11 Ekim 2010 Pazartesi

Uzakdoğu’nun mucize şehri: Seul

Onların deyimiyle padi padi (hızlı) hareket eden insan seli. Teknolojisi ve tarihi saraylarıyla cazibe merkezi. Güney Kore'nin başketni Seul'den bahsediyoruz. Bir Avrupa şehrini imrendirecek görkem ve ihtişama sahip. Adeta mucize yaratmış. Tapınakları, yemekleri, alışveriş imkanları ve kültürüyle görülmeye değecek şehirlerden. Kore savaşındaki yardım nedeniyle de Türk olduğunuzu duyduklarında her zaman minnettarlıklarını gösteriyorlar.

Çekik gözlü insanları, saçaklı çatıları, son teknolojik cihazları, gizemi ve egzantirik yemekleri… İstanbul’dan bindiğim uçak on saatlik yolculuğun sonunda Güney Kore’nin başkenti Seul’deki Incheon Havalimanı’na inerken, şehirle ilgili beklentilerim de bu şekilde kafamda şekilleniyor. Tarihi ve eski tarz bir şehir beklerken havalimanından merkeze giderken ilk izlenimde şehrin modern görüntüsüne bakakalıyorum. Çelik yapılı, gri, teknolojik ve uzun binalarıyla bir Uzakdoğu şehri olmaktan çok bir Avrupa ya da Amerikan şehri görüntüsü veriyor. Tam ortasından geçen Han Nehri’nin yakınından dolaşıyoruz. Seul’ü ikiye bölmüş. Nehrin üzerinde pek çok köprü var. Bunların hepsi de savaştan sonra yapılmış. Çünkü Kore savaşı sırasında hiçbir köprü kalmamış. Akşamın karanlığı şehrin üzerine iyice çökmeden otele varıyoruz. Bolca neon ışıklar ve arı kovanını andırır şekilde hızla hareket eden şehir, yorgunluğumu daha da artırıyor ve uykuya dalıyorum.
Güney Kore, Uzakdoğu’da Asya’nın doğusunda Kore Yarımadası’nda yer alıyor. Kuzeyinde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti var. Üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadada bulunan ülkenin nüfusu 50 milyon. Yüzölçümü 99 bin 274 kilometrekare. Türkler bu ülkeyi Kore savaşı nedeniyle de çok iyi biliyor. 1950’de Sovyet subaylarının kumandasında Kuzey Kore birlikleri, yarımadanın tamamına komünizmi kabul ettirmek için Güney Kore’ye saldırmış. Bunun üzerine bölgeye Birleşmiş Milletler asker gönderdi. Türkiye de bu orduya bir tugayla katıldı. Güney Korelilerin Türkiye’nin tarihteki bu yardımını halen hatırlaması ve her fırsatta teşekkür eden vefası beni şaşırtıyor. Türkiye’yle arasında yedi saatlik farkın bulunduğu Seul’de puslu bir havada neşeyle uyanıyorum. Havasının genelde böyle olduğunu öğrenmek neşemi bozamıyor. 10 milyonluk şehir Korelilerin deyimiyle padi padi (hızlı hızlı) koşturup duran insanlarla dolu. Korelilerin her şeyi pratik ve hızlı yapma kültürleri varmış. Ülkede genelde pek çok kişinin yaptığı gibi zor telaffuz edilen ismi yerine İngilizce takma da kullanan güzel rehberimiz Jane Park, bize yavaştan şehri anlatmaya koyuluyor. Şehir, Kore savaşı sırasında yerle bir olmuş. Bu nedenle çok fazla eskiyi anlatan tarihi bina göremiyoruz. Ama şehirde adeta mucize yaratılmış gibi. Şık mağazalar ve alışveriş merkezleri ve modayı takip eden insanlarıyla, tam bir Avrupa şehri görünümünde. Programa uyarak tarihi binaları görebileceğim kuzey bölgesine gidiyoruz. Saraylar bölgesine. Burası tarihi binaları ve havasıyla şehrin modern kesimiyle adeta karşıt. Rehberimiz eskiden soylu sınıfının orada yaşaması nedeniyle kraliyet saraylarının burada yapıldığını anlatıyor. Çok yüksek duvarlarla adeta kendini şehirden soyutlayan ve geçmişi bu şekilde koruyan pek çok saraya ev sahipliği yapıyor. 500 yıl hüküm süren Yi Hanedanlığ’ının sarayları, Deoksugung, Changgyeonggung, Gyeonhuigung ve Changdeokgung. Saray kapısı önündeki muhafızların gösterisi oldukça ilgi çekici. Seul’ün en eski sarayı olan Changdeokgung Sarayı’nın içinde 32 hektarlık alana sahip muhteşem bir gizli bahçe de var. Bu gizli bahçenin girişinde bulunan Pullomon Kapısı’nın altından bir kez geçenin sonsuza dek genç kalacağına dair bir inanç olduğunu da öğreniyoruz.
Sakin ve utangaçlar
Şehrin kuzey bölgesinde yürürken kendimi eski çağlarda hayal ediyorum. Birbirinden güzel ahşap oymalı kapılı, pirinç tokmaklı tarihi evler arasında Kore kimonosu içinde düşlüyorum kendimi. Çok az kalmış olsa da Kore özgün mimarisi etkileyici. Her daim gülen rehberimiz bu kez Kyongbokkung Sarayı'na götürüyor bizi. Sarayın kendi rehberi eşliğinde gezmek için biraz bekliyoruz. Geleneksel kıyafeti içindeki kadın rehber geldiğinde onu şaşırtarak hepimiz fotoğraf makinelerine davranıyoruz. Binlerce hektarlık arazideki sarayda Rusların matruşkası vari bir binadan sonra başka bir binaya geçiyoruz. Kralın kaldığı, misafirlerini kabul ettiği, hizmetçilerinin kaldığı, kraliçenin kaldığı mekan derken onlarca tarihi binayı görüyoruz. Büyüleyici binaları, bahçeleri, çiçekleriyle içine çekiveriyor bizi tarihi saray. Kralların yerinde olmayı yeğliyoruz. Ancak devamlı zehirlenme korkusuna karşı yemeklerinin bile başkaları tarafından test edildiğini dinliyoruz. Onların da yaşamı zormuş diye düşünüyorum. Saatlerce süren saray gezisinin ardından biraz ara vermek ve halkın arasına karışmak için rehberin yönlendirmesiyle Insadong Caddesi’ne yöneliyoruz. Yorgunluk belirtileri arasında antika dükkanları ve sanat atölyelerinin arasında cıvıl cıvıl kalabalığa karışıveriyoruz. Kaybolmamak için dikkat ederken hızlı birkaç hediyelik eşyayı da anı olarak alıyoruz. Keyifli molamızı burada çokça bulunan bir çay bahçesinde sonlandırıyoruz. Öğlen yemeği öncesinde rahatlatıcı yeşil çayımızı Uzakdoğu usulü içmeye özen gösteriyoruz. Caddeye bakan tarafta halkı da gözlemliyorum. Tamamen batılı tarzda giyim, genç ve hareketli bir kalabalık. Gözleri çekik olmasa Kore’deyim hissini yaşamazdım sanırım. Koreliler genelde sakin ve utangaçlar. Göz teması nadiren kursalar da arada özellikle sarışınsanız kaçamak bakışlarını yakalayabiliyorsunuz. Diğer Uzakdoğu halklarına göre de daha beyaz tenliler. Ben henüz bunu tam ayıramasam da yüz şekilleriyle Japon veya Çinlilerden ayrılıyorlar. Estetik ameliyatların da çok yaygın olduğunu öğreniyoruz. Bakımlarına düşkün olan Koreli kadınlar estetik ameliyata ilgi gösteriyormuş. Çekik gözlerini batılı hale getirmek de favori ameliyatları arasında.
Kore barbeküsü
Yemek için geleneksel bir Kore restoranına gidiyoruz. Kore barbeküsünü deniyoruz. Kendin pişir kendin ye usulü mükemmel etlerin tadına bakıyoruz. Her masaya küçük bir mangal getiriliyor, masanın ortasındaki tüplü ocak yakılıyor ve makasla kesilen biftekler bu ocakta hızla pişiyor. Leziz ve dumanı üzerinde tüten etlerin yanında gelen milli yemek kimchi’yi de seviyoruz. Kimchi, kırmızı biberli lahana turşusunu andırıyor ama hoşumuza gidiyor. Özel bir tasta gelen pilava da bayılıyoruz. Bildiğimiz pilavdan biraz farklı olsa da çubukla yiyoruz. Güzel yemekle keyfimiz ve enerjimiz yerine geliyor. Seul’ün ilginç semtlerinden biri Itaewon bu kez yeni istikametimiz oluyor. Amerikan üssünün bulunduğu bölge. Burada taklit ürünleri uygun fiyata bulmak mümkün. Pazarlık yapma şansınız da var. Myeondong Sokağı ise bir sonraki durağımız. Genelde gençlerin bulunduğu lüks mağazalarla dolu. Aklınıza gelebilecek her türlü orta ve üst düzey dünya markasını görmeniz mümkün. Namdeemun Market ise Seul’ün adeta Mahmutpaşa’sı. Kapalı alandaki pazarda ikinci el ya da çok ucuz ürünler satılıyor. Burada da mı bu tarz şeyler var diye düşünmeden edemiyorum. Hızlı turumuzda bu kez kendimizi Gangnam’da buluyoruz. Şehrin en lüks restoran ve mağazalarının bulunduğu renkli bir cadde. Yorgunluktan yürüyemeyecek halde o günlük turumuzu sonlandırıyoruz. Bir sonraki gün ise Uzakdoğu’ya gelinir de tapınak gezilmez mi diyerek, en ünlü tapınağın yolunu tutuyoruz.
Tapınakta perküsyon
Coex karşısındaki Bongeunsa tapınağı ise Seul'deki tapınakların belki de en büyüğü. Tapınaktaki büyük kaplumbağa resimleri, Buda'nın hayatını tasvir eden resimler ilgi çekici. Camiler gibi ayakkabılar çıkarılarak giriliyor. Zen meditasyonunda uzmanlaşmak isteyen Budistler için en iyi eğitim merkezi olan Bongeunsa, M.S. 794’te inşa edilmişr. 1856 yılında, 200 yıllık kitaplar getirtilerek kütüphane binası eklenmiş. Günde iki kez keşişler dört enstrümanla perküsyon seremonisi yapıyor. Her bir enstrüman, doğanın bir parçasını sembolize ediyormuş. Topraktaki canlıların kutsanması için davul, sualtındakiler için tahta bir balık, gökyüzündekiler için gök davulu, yer altındakiler için de gong aleti kullanılarak dini ritüeller gerçekleştiriliyor.
Güney Kore’de Hristiyanlığın da yaygın olduğuna tanık oluyoruz. Pek çok kilise bulunuyor her yerde. Zaten her yerde elinize broşür tutuşturan misyonlere rastlarsanız şaşırmayın. Güney Kore’de iki gün gibi kısa sürede pek çok yeri görme şansı yakaladığımıza seviniyoruz. Uzakdoğu kültüründen esinlenirken, diğer yandan geri dönüş yolculuğu için de hazırlığa başlıyoruz.

Savaşta yardım Türk dostu yaptı
Koreliler, savaşta Türk askerlerin yardımı nedeniyle Türk olduğunuzu öğrendiğinde size çok sıcak davranıyorlar. Her zaman minnettarlıklarını belirtiyorlar. Biz de orada savaşta ölen Türk askerleri adına yapılan anıtı ziyaret etmeye karar veriyoruz. Askerlere saygı sunarak, başka savaşlar olmaması için dua ediyoruz. Tarih bilgimizi de tazeliyoruz: “Türkiye, 1950-53 arasındaki savaşta Güney Kore’nin yanında Kuzey Kore’ye karşı savaşan 16 ülkeden biri olmuş. Amerika ve İngiltere’den sonra en fazla asker gönderen üçüncü ülke.15 bin Türk bu topraklarda savaşmış, 724 asker şehit olmuş. Hepsinin adı müze bu savaşı anlatan müzenin girişinde yer alıyor. Türk askerleri 1974 Ekimi’ne kadar Kore’de görev yapmış.” Korelilerin geçmişteki askeri yardıma dayanan dostluğunun izlerini 2002 Dünya Futbol Kupası’nda da gördük.

Zengin mutfağı var, milli yemek kimchi
Kore mutfağı kendine özgü, zengin bir mutfak. Kore halkı da geleneksel yeme alışkanlıklarını koruyor. Yemeklerinin temelinde ise pirinç, çorba ve kızartmalar yer alıyor. Bir öğünde çok çeşit yemekler yiyebiliyorlar. Yemekler masaya tek tek getirilmiyor hepsi bir arada konuyor. Temel yemek yahni ya da Prugoki gibi çok ince kesilmiş et kavurmaları. Kore yemeklerinde et ve sebze eşit ölçüde kullanılıyor. Sarımsak, zencefil, soya sosu, kızarmış kırmızı biber, susam ve susam yağı çokca tüketiliyor. Korelilerin milli yemekleri Kimchi denilen baharatlı bir turşu. Bu turşu hemen her yemeğin yanında mutlaka oluyor. Kore tatlıları genellikle pirinçle yapılan hafif tatlılardan oluşuyor. En önemli sıcak içecekleri Gingseng çayı. Japon mutfağına göre daha az deniz ürünü ağırlıkla. Tavuk, kırmızı et ve domuz ürünleri daha fazla tüketiliyor. Milli içecekleri ise Soju. Pirincin damıtılması ile yapılan Soju’yu yaygın olarak yemeklerde tüketiliyor. Sojunun tadı sakeye benzese de daha sert.


Seul’de neresi gezilir?

* Jungho: Saraylar ve devlet binalarının olduğu bu bölge, Han Nehri’nin içinden geçiyor. Jungho, Seul’ün tarihî ve kültürel cazibelerine yürüme mesafesinde bulunuyor.
* Gangham: Nehrin güney kısmında. En lüks mağaza ve restoranların, en büyük otellerin olduğu çok modern ve popüler bir bölge. Eğlence mekânları ve barlar hayli yoğum.
* Gyeongju: Küçük bir kasaba olan Gyeongju’nun en önemli özelliği, tüm kasabanın geleneksel yapılar ile inşa edilmiş olması. Gölü, eşsiz bir manzara sunmaktadır.
* Itaewon: Namsan dağının güneyinde yer alan turistlerin ve alışveriş yapmak isteyenlerin en çok rağbet ettikleri bölge.
*
Yi Hanedanlığı Sarayları: 500 yıl boyunca hüküm süren Yi Hanedanı, 14. yüzyıl sonlarında inanılmaz yükseklikte surlarla çevrili saraylar yaptırdı. Zaman içinde yıkılmış ve yok olmuş bazı sarayların dışında bugün hâlen varlığını koruyan saraylar, büyük bir araziye yayılmış durumda.
* Insadong: Antika dükkânlarının ve sanat atölyelerinin bulunuyor.
* Han Nehri Gezisi: Han Nehri’nde tekne ile gezerek romantik gün batımını seyredebilirsiniz. Yeouido, Jamsil, Ttukseom, Yan limanlarına uğrayan tekne ile birçok farklı yeri keşfetme şansına sunuyor.
* Seul Kulesi: Dünyanın üçüncü en büyük kulesi, 483 metre uzunluğunda. Kule, bulunduğu bölgeden tüm şehrin panoramik manzarasını sunuyor.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Tuna kraliçesi: Budapeşte

Tuna Nehri tam ortasından akıyor. Biz onu tarihten Budin olarak biliyoruz. Buda ve Peşte şehirlerinin birleşiminden oluşuyor. Tarihi ve kültürel bir şehir, Budapeşte. Macaristan'ın başkenti. Tuna'nın içinden geçtiği tek şehir olması nedeniyle Tuna Kraliçesi olarak da anılıyor. Tarihi atmosfere sahip Budapeşte'de, çok sayıda müze, görkemli yapılar ve bin 300'e yakın kaplıcayı keyifle dolaşabilirsiniz.

Yurtdışında kaldığım süre içinde en yakın arkadaşlarımdan biri olan Andrea'nın anlattıklarıyla, şekillendirmiştim şehri kafamda. Macaristan'ın başkenti Budapeşte, daha görmeden zihnimde eskizlerinin yer aldığı pek az şehirden biri. Bu nedenle Budapeşte'ye gideceğim kesinleştiğinde ayrı bir heyecan duydum. Acaba şehir onun anlattığı gibi mi çıkacaktı? Geçen altı yıl boyunca değişmiş miydi? Uzun yıllar ülkeye hakim olan Komünizmin izlerini ne kadar taşıyordu?... Uçak inişe geçtiğinde heyecanım daha artarken, elimde tuttuğum Budapeşte kitabını yeniden incelemeye koyuldum. Nihayet pasaport kontrolden çıkıp otobüsümüze yöneldik, bizi kötü bir trafiğin beklediğini tahmin edemeden. Görmek için sabırsızlandığım şehre, kötü bir trafikle bir saate yakın bir sürede varabildik. Oysa kaldığımız otel ve şehrin merkezi, havaalanına çok yakındı. Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de de maalesef dünyanın diğer büyük şehirlerindeki sorun olan trafiğe teslim durumda. Belki şehre girdiğimiz günün saatinin de buna etkisi vardır. Otelimiz beş yıldızlı Corinthia, şehrin merkezine yakın yeni şehir olarak tanımlanan Peşte'de bulunuyor. Tuna Kraliçesi olarak adlandırılan Budapeşte, zaten Türklerin tarihten çok iyi bildiği Budin yani Macarların deyimiyle Buda ile Peşte şehirlerinin birleşiminden oluşuyor. Tuna Nehri'nin tam ortasından geçerek iki bölgeye ayırdığı şehre, nehir ayrı bir hava katmış. Şehre girerken karşılaştığımız, 1800'lü yıllarda kalma, gotik, barok, romanesk tarzlı devasa binalar yol boyunca iki tarafta sıra sıra diziliyor. Tarihi binaları bu kadar yıl koruyarak bugüne kadar sapasağlam getirmiş olmalarına şaşırıyoruz. İlk yapıldıkları kadar sağlam görünen binaların bazılarının tek kusuru, boyalarının ve renovasyonlarının eksik olması. Caddeler boyunca uzanan bu devasa binalar, 40 dereceye kadar çıkan sıcağı sanki daha çok hissetmemize neden oluyor.
Kahramanlar Meydanı
Bize şehri gezdirecek olan altmışlı yaşlarını geçmiş rehberimiz Clara'yla tur otobüsüne binip sıcak Budapeşte sokaklarında yola koyuluyoruz. Yaşına göre enerjisiyle bizi şaşırtan Clara, bir yandan şehrin hikayesini anlatırken, diğer yandan kendinden bahsediyor. Uzun yıllar babasının görevi nedeniyle Türkiye'de yaşadığını anlatıyor. Zaten ortalama bir Türkten bile akıcı olan Türkçesi onun anlattıklarını doğruluyor. Clara bizi ilk olarak yeni şehir Peşte'de bulunan Kahramanlar Meydanı'na götürüyor. Yarım daire dikili sütunların altında Türklere ve diğer ırklara karşı savaşmış Macar kralların heykellerini bunaltıcı sıcağın altında dikkatle inceliyoruz. Orta Asya'dan gelen ilk kahraman Arpat'la başlayan heykeller, her dönemdeki Macar kahramanlarını anlatıyor. Meydanın her iki tarafındaki iki ihtişamlı müze de Kahramanları daha etkileyici kılıyor. Bu meydanın arka tarafı, Varosliget yani kent korusu. Bu korunun içinde, Vajdahunyad Şatosu ve kışın buz pistine dönüşen bir göl, hayvanat bahçesi, lunapark ve birkaç müze ve bir hamam bulunuyor. Bu bölgeyi geride bıraktıktan sonra şehrin her yerinden görünen ihtişamıyla dikkatleri çeken Parlamento Binası'nı yakından görmek için gidiyoruz. Tuna'nın tam kenarında bütün görkemiyle dikkatleri çeken neogotik mimari tarzıyla yapılan binayı beğeniyle dışardan ziyaret ediyoruz. Clara hemen tarihini anlatmaya koyuluyor: "Ülkenin en büyük binası olma unvanına sahip. Mimar Imre Steindl tarafından neogotik tarzda yapıldı. Büyüklüğü 268 metre. 1884-1902 yıllarında yapılan binanın tam 691 odası var. Bugün Macaristan'ın 400'e yakın milletvekiline ev sahipliği yapıyor." Parlamento Binası'nın ardından nehri geçerek, bu kez meşhur Budin yani Buda tarafına geçiyoruz.
Tarihi şehir Budin
Budin'in tarih derslerinden aklımızda kalan Osmanlı tarihindeki önemini anımsamadan edemiyoruz. Tamamen düz bir arazi üzerine kurulu olan Peşte'nin üzerine, ilk olarak Buda'nın tepelikli yapısı dikkatimizi çekiyor. Zaten ilk durağımız Türk tarihinde yakından tanınan Gül Baba Türbesi. Rehberimiz, 'Bu şehirde hiç Osmanlı eseri yok mu?' sorumuza da bu şekilde yanıt veriyor. Kanuni Sultan Süleyman döneminde sultanla beraber Budin'de savaşa katılan ve burada kalp krizinden ölen Bektaşi Gül Baba'ya Sultan'ın isteğiyle şehre hakim bir konumda türbe yapılmış. Müze olarak hizmet veren türbenin bahçesi de güllerle süslenmiş. Ispartalı Gül Baba, üzerinde taşıdığı güllerden dolayı bu adla anılmış. Gül Baba için bir dua okuduktan sonra yakıcı ısıcak altında otobüsümüze döndük. Geldiğimiz tepeyi geriye inerken trafik yine peşimizi bırakmıyor. Bu kez Buda'daki diğer ünlü bir tepeye tırmanıyoruz. Otobüsten belli bir yerde indikten sonra güneşin altında turistik eşya satan mağazaların arasından genişçe bir caddede yürüyerek Kale Tepe'ye varıyoruz. Başlıca dikkat çeken turistik mekanlardan Matthias Kilisesi, Kraliyet Sarayı ve Balıkçılar Burcu bu tepede bulunuyor. Çatısında rengarenk kiremitler bulunan Matthias Kilisesi, ülkedeki ikinci büyük kilise. 13. ve 15.'inci yüzyılda yapılmış. Kilisenin önünden devam eden yol bizi Kraliyet Sarayı'na götürüyor. 13. yüzyıldan beri savaşlara ve işgallere tanıklık etmiş olan saray, şu anki neoklasik tarzında İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapılmış. Kalenin burçları da şehrin en güzel manzarasının görülebileceği noktalardan biri. Burçlardan doya doya şehrin her iki yakasını da izliyoruz. Şehrin güzelliğini daha iyi anlıyoruz. Şehri ziyarete gelen her turist gibi fotoğraflarımızı çekiyoruz. Clara, bilgilendirmesine devam ediyor: "Şehirdeki çoğu yapı 19 yüzyıldan kalma. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların bombalarından çoğu tahrip oldu. Çoğu bina bu tarihten sonra ya yeniden yapıldı ya da yenilendi." Bu arada Clara, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nda hep yenilen devletlerin tarafında olan Macaristan'ın 300 bin kilometrelik büyüklükten, 90 bin kilometrelik küçük bir ülkeye dönüşümünü üzüntüyle anlatıyor. Budapeşte'nin nüfusu 2 milyonken, ülkenin toplam nüfusu ise 10 milyon. Kale Tepe'de turistik alışverişimizi de yapıyoruz ülkeye özel hediyelikler satın alıyoruz. Ondan sonra rotamızı Buda'nın diğer bir tepesine çeviriyoruz. Bu tepenin özelliği şehrin en güzel manzarasına sahip olması. Şehri yayvan bir şekilde adeta bir çerçeveye girmiş şekilde gören tepede son molamızı veriyoruz. Hatıra fotoğraflarımızı çektirip, gölgelik bir yerde biraz dinleniyoruz. Otele geri dönerken ise, şehrin sevecenliği ve manzarası aklımızdaki yerini koruyor. Özellikle ben, Andrea'nın söylediklerinin doğru çıkmış olmasına seviniyorum.

Macar yemekleri 
az baharatlı

Macar yemekleri, genellikle az baharatlı ve az sıcak olarak servis ediliyor. Tuz ve biber Macar yemeklerinde sık kullanılıyor. Yemekleri, kızartmalardan çok hafif tatlımsı yiyeceklere kaymış. Bir tür lahana yemeği olan káposzta ve bir tür Macar tas kebabı olarak bilinen pörköl sık rastlanan yemeklerden sadece birkaçı. Gulyás ise Macarların geleneksel et çorbası. Çorbaların Macar mutfağında yeri büyük. Özellikle bol malzemeli ve zengin çorbalar göze çarpıyor. Macarların en sevdiği et ise, domuz eti. Diğer meşhur yemekleri arasında da, soğanlı kaz ciğeri, paprikalı tavuk ve kayısı soslu Barack Palinka geliyor. Macarlar çok sıcak yemek sevmiyor. Tatlılar büyük porsiyonlar halinde tüketiliyor. Pankekler ve ekmekli tatlılar değişik krema veya reçellerle sunuluyor. Macarların beyaz şarabı da meşhur. Tokaj oldukça beğenilen bir tür tatlı şarap. Dreher ve Kobányai Budapeste'nin geleneksel biraları arasında.

BUDAPEŞTE
Uçuş süresi : 2 saat
Para birimi : Forint. Euro da yaygın olarak kullanılıyor
Yüzölçümü : 93.036 kilometrekare
Saat farkı : Bir saat geri
Resmi dil : Macarca
Sıcaklık : Ilıman ve kuru bir iklime hakim olan şehirde, kış aylarında sıcaklık -4 ile 10 derece arasında. Yaz aylarında ise ortalama sıcaklık 15 ile 28 derece arasında değişir.
Nüfus : 2 milyon
Vize : Schengen almanız gerekiyor.

Nereleri gezilir
* Macaristan'ın başkenti Budapeşte'nin çok sayıda müzesi, görkemli yapıları, bin 300'e yakın kaplıcası bulunuyor.
* Tuna Nehri üzerinde gemi turu yapabilirsiniz. Tuna Nehri üzerindeki sekiz köprünün en etkileyicisi Aslanlı Köprü.
* Parlamento Binası, Budapeşte'nin simgesi sayılıyor.
* Gellert Tepesi, Tuna Nehri'nin bütün görkemiyle izleyebileceğiniz en güzel tepelerden birisi.
* Sanatın merkezi olan Budapeşte'de opera binası Operahaz, eğlencenin kalbi Vidampark, konser salonu Pesti Vigado var.
* 200 yıl önce yapılmış olan Aquincum Museum ise mimarisiyle dikkat çekiy: Konser salonu, hayvanat bahçeleri, sirkleri ile gezilmesi görülmesi gereken bir yer.

Kanal, gondol ve bir de karnaval

Adalardan oluşan ve kanalların birbirine bağladığı bir şehir, Venedik. Dünyanın en çok turist çeken şehirlerinden biri olan ve İtalya’da bulunan Venedik, tarih ve romantizm sevenlere çok şey vaat ediyor. 118 adacık üzerine kurulu bir ada şehir olan Venedik'te, adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve birbirine bağlayan 400 köprü bulunuyor. Şehir, gondolları, kanalları ve maskeli karnavallarıyla tanınıyor.

Hanife Baş

“Gondola, gondola, gondola…” Uzun boylu, yapılı gondolcu, adaya ayak basan turistleri, gondoluna çekebilmek için var gücüyle bağırıyor. Diğer yanda şakalaşıp, ses çıkararak dikkat çekmeye çalışan arkadaşları. Ama çabaları boşa gidiyor. Deniz motorundan inerek adaya ayak basan turistlerin çoğu, gondol turunu sonraya bırakarak, San Marco meydanını keşfe dalıyor. Adalar üzerine kurulu olan Venedik’in en büyük adası San Marco, ilk adımda kalabalığıyla sizi kendine çekiyor. Tarihi yapılar arasında insan seline kapılıp, ilerlerken cazibesine kapıldığımız yapıları ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinelerimize davranıyoruz.
Grup halinde ilerlerken, bir yandan rehbere kulak veriyoruz: “Venedik, Kuzey İtalya'nın doğusunda Adriyatik denizi kıyılarında karaya 4 kilometre uzunluğunda kara ve demiryolu köprüsü ile bağlanan, yaklaşık 118 adacık üzerine kurulu bir ada şehir. Venedik'te adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve birbirine bağlayan 400 köprü bulunuyor. Bu adaların en büyüğü ise üzerinde bulunduğumuz San Marco.” San Marco meydanının iki tarafında tüm ihtişamıyla karşımızda duran tarihi binaları inceliyoruz. Şehrin en güzel anıt binalarından Dükler Sarayı ve Sansoviane Kütüphanesi’nin her iki yandan sınırladığı bu geniş alan San Marco Kilisesi ile sonlanıyor. Rehberimiz, alanın yüzyıllar önce pazaryeri olarak kurulup, kullanıldığını ancak 1536yılından sonra meydanın temiz tutulması amacıyla burada pazar kurulmasının yasaklandığını anlatıyor. Alanın denize bakan kısmına geçiyoruz, iki tarafta yer alan birer sütun ilgimizi çekiyor. Birinin üzerinde San Marco'dan önce şehrin koruyucusu olan Bizans Kraliçesi Teodora'nin heykeli, diğerinde ise, kentin koruyucusu Aziz Marco'yu temsil eden ve Venedik'in de sembolü olan bronz bir aslan heykeli bulunuyor. Meydandaki Dükler Sarayı ise, pembe Verona mermeri ve beyaz Istra taşından yapılmış görüntüsü ve gotik üslubuyla dikkat çekiyor. Venedik dukalarının ikametgahı ve yönetim merkezi olmuş. Sansovino Kütüphanesi ise, meydanın batı tarafında bulunuyor. Oldukça zengin ve nadir eserlerin bulunduğu bir kütüphane. Saat Kulesi ise, meydanın doğusunda. Kulenin üzerinde yer alan terasta bronz döküm olarak yapılan bir çan ve ellerindeki balyozlarla saat başı vuran iki erkek heykeli yer alıyor.
Venedik batıyor
San Marco meydanındaki bu etkileyici binaları geride bırakıp, gruptan ayrılarak adanın biraz daha iç taraflarını keşfe çıkıyoruz. İlk önümüze gelen yola sapıyoruz. Daracık ve insan selinin bulunduğu ara sokaklar bizi kanallara götürüyor. Gondolla gezenleri seyrediyoruz. Diğer yanda sıralanan maske dükkanlarına girmeden edemiyoruz. Tarihten beri maskeli balolarıyla ünlü Venedik’teki şahane maskeleri büyük beğeniyle inceliyoruz. Hatıra olması için birkaç tane satın alıyoruz. Venedik’te her kanal bir adacıktan diğerine köprüyle bağlanmış. Kısa mesafelerle geçtiğimiz köprüler, adacıkların ne kadar küçük olduğunu gösteriyor. Zaten Venedik’te alan çok az. Binalar tamamen birbirine bitişik nizamda yapılmış. Hepsi yüzyıllık, barok, gotik tarzdaki binaların çoğunun temeli suyun üzerinde. Zaten, Venedik’te otomobil ve bisiklet kullanılmıyor. Herkes, her yere yürümek zorunda ya da kanallarda deniz araçları ve gondollar kullanılıyor. Binalara, kanallardan su motorları ve gondollarla ulaşılıyor. Her konutun önündeki deniz araçları dikkatimizi çekiyor. Daracık ve birbirinin benzeri sokaklardan geçerek geldiğimiz yere dönüyoruz ve grubumuza tekrar katılıyoruz. Venedikli rehberin küresel ısınmanın şehre etkisi ile ilgili söyledikleri bizi şaşırtıyor: “Her geçen yıl kanallardaki su seviyesi yükseliyor. Bu nedenle çoğu kişi Venedik’in batacağını söylüyor. Binaların alt katları şimdiden kullanılmaz hale geldi. Burada yaşam alanı kayboluyor. Farklı çözümler bulmaya çalışıyoruz.”
Zaten, tarihte tacirleri ve zenginliğiyle ünlü Venedik’in nüfusu giderek azalıyor. Geçmişteki parlak dönemlerinde 300 bin nüfusa sahip şehrin nüfusu 60 binlere gerilemiş durumda. Şehrin sakinlerinin çoğunu da yaşlılar oluşturuyor. Adanın en büyük geçim kaynağı turizm. Zaten yılda 40 milyon turist çektiğini duyduğumda şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Venedik, daha çok balayı turizmi ve romantik seyahatler için tercih ediliyor. Yeni evli çiftlere ve gelinlik ve damatlıkla romantik gondol turu yapan çiftlere sıkça rastlamak olağan. Dünyanın her yerinden gelen insan seli adeta bir dünya mozaiği oluşturuyor. Adaları gezdikten sonra meydanda tekrar bizi diğer adadaki otelimize götürecek motora binmeden önce bir yorgunluk kahvesi içiyoruz. Venedik’in tarihteki ve günümüzdeki ününü hak ettiğini düşünmeden edemiyoruz.


Gondol turu
Venedik’e gidenlerin yapmadan dönmemesi gereken bir tur, gondol turu. Kanalların bulunduğu şehirde gondola, San Marco adasının hemen girişinde ve şehrin aralarındaki kanallarda tur için binmek mümkün. Biz rehberin uyarılarına kulak vererek daha ucuz bir tur bulabilmek için iç taraflara gidiyoruz. Pazarlık sonunda altı kişi 90 Euro’ya gondolcuyla anlaşıyoruz. Kendilerine özgü denizci bluzu veya kazağı ile renkli kurdeleli hasır şapkaları giyen gondolcular, daha fazla para vermeniz durumunda size serenat da yapabiliyorlar. Gondolcu şarkısını mırıldanarak, tek kürek çekimi ile gondolu ileriye sürerken, günün yorgunluğuyla oturduğum kırmızı koltukta çöküp kalıyorum. Ara kanallardan geçerken geçmişteki halini kafamda canlandırmadan edemiyorum. Geldiğimiz bir dört yıl ağzında gondolcunun uyarısıyla dört adanın birleşme noktası olduğunu anlıyorum. Sakin ve sarsıntısız bir tur, gondolla dolaşmak. Gondolcu bize Marco Polo’nun evini de gösterdikten sonra ara kanallardan büyük kanal olan Grand Canal’a çıkıyor ve oradan bizi aldığı yere geri bırakıyor. 40 dakika gibi bir sürede eşsiz bir deneyimle şehri kanallardan görme şansı da buluyoruz.


Balık türü yemekler
Bir deniz ve kanallar şehri olan Venedik’te önerilebilecek en iyi yemek balık. Ama fiyatlar da, özellikle turistlerin yoğun oldugu meydanlarda, San Marco civarında yer alan lokantalarda turistik, dolayısyıla ara sokaklardaki restoranlarda daha ucuz yerler bulmak mümkün. Balığınızın siparişini vermeden önce sizin icin hazırlanacak balığı görürseniz iyi olur. Hesabı ödemeden önce de muhakkak kontrol edin. Cipriani Restaurant, La Caravella, Do Leoni Restaurant, Caffe Quadri, Granda Canal, Harry’s Bar.

Siyah akar Zonguldak'ın deresi...

Batı Karadeniz’in, kara elmasıyla ünlü şehri. Şair Orhan Veli Kanık’ın şiirine bile konu olmuş. Ekmeğini kömürden çıkaranlarla, kömürle özdeşleşmiş. Ancak herkesin bilmediği doğal güzellikleriyle de büyülüyor. Zengin tarihi geçmişi, göz alabildiğince uzanan yeşili, bin yıllık mağaraları, doğal ve tarihi güzellikleriyle görülmeye değer illerden biri. Bugün, şehre Kara Elmas Üniversitesi, kömür işletmeleri ve liman damgasını vurmuş görünüyor.

Güneşli bir günde
Masmavi göreceğiz Karadeniz'i
Balkaya'dan Kapuz'a kadar,
Karış karış biliriz bu şehri;
Eki'nin çiçekli bahçeleri,
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen,
Soluk benizli insanlarıyla.

Siyah akar Zonguldak’ın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası

Şair Orhan Veli Kanık, bir şiirinde işçi ve kömür şehri Zonguldak’ı böyle anlatır. Dimdik iki dağın arasında kalmış bir vadi boyunca şehre girerken, şairin bu dizelerini hatırlıyorum. Şehre yaklaştığımızda kömür diğer adıyla kara elmasla özdeşleştirilmiş Zonguldak’ın doğal güzellikleri karşısında şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Karşımdaki dağlar ve yemyeşil görüntü bu şehrin kömürüyle ünlü olduğunu unutturuyor bana. Karadeniz’in hırçın coğrafyası içinde bir koy boyunca uzanan şehrin merkezine varınca kömürün varlığını hissediyorum. Kömür karasını ve tozlarını soluyorum adeta. Şehir merkezinde rengi kara akan şairin bahsettiği dere olsa gerek diye düşünüyorum. Merkezi geride bırakınca Karadeniz’in sert rüzgarında alabildiğine uzanan maviliği seyre dalıyorum. Sarp kayalar, dik yamaçlar ve gözün görebildiğine dağlara kadar uzanan ev sıraları….
Bin yıllık mağaraları var
Deniz manzarasında karşı dururken, elimdeki kitaptan şehrin özelliklerine ve tarihçesine göz gezdiriyorum. Zonguldak, deniz kenarında limanı ve kömürüyle ünlü Batı Karadeniz’in modern şehri. Zengin tarihi geçmişi, göz alabildiğince uzanan yeşili, bin yıllık mağaraları, doğal ve tarihi güzellikleriyle görülmeye değer illerden biri. Kuzeydoğusunda Bartın, doğusunda Karabük, güneyinde Bolu ve batısında Düzce illeriyle çevrili. Çok engebeli araziye sahip. Şehrin alanının yüzde 56’sı dağlarla, yüzde 31’i platolarla ve yüzde 13’ü ovalarla kaplı. Tarihinde ise Frigyalılardan başlayarak, Lidyalılar, Persler, Bizans, Selçuklu, Osmanlı imzası bulunuyor. TBMM Hükümeti, 20 Nisan 1920’de; Devrek, Ereğli, Mudurnu, Bartın, Göynük ve Zonguldak’ı, Bolu Bağımsız Mutasarrıflığından ayırarak, Kastamonu vilayetine bağlamış. Zonguldak isminin verilişi de çeşitli rivayetlere dayanıyor. Sazlık ve kamışlık anlamına gelen zongalıktan, sıtmanın titremesini tarifen zonklamaktan ve bir başka rivayete göre de, sisli bir havada gemisiyle buraya giren kaptanın sis kalktıktan sonra burası zongalıkmış demesinden kaynaklanıyor. Bugün, şehre Kara Elmas Üniversitesi, kömür işletmeleri ve liman damgasını vurmuş görünüyor. Kömürü ilk bulan kişi olarak ünlenen Uzun Mehmet ve taş kömürü havzasında iş kazalarından dolayı yaşamını yitiren maden işçileri anıtı da ilgimi çekiyor. Güzel bir manzara ve geldiğim o kadar yolun ardından acıktığımı hissediyorum. Liman çevresinde deniz kenarı boyunca dizilen kafelerden birine ilişiyorum. Tercihim tabii ki ızgarada taze balık oluyor. Manzarayı doyasıya görebildiğim hızlı bir yemeğin ardından ise ayaklarımı sürüyerek de olsa tekrar yola koyuluyorum. Doğal güzelliklerini hepsini görme isteğindeyim. Koyları, kumsalları, her biri ayrı doğa harikası olan mağaraları, orman içi dinlenme tesisleri… Hızlı da olsa hepsiyle ilgili bir fikir ediniyorum. Altı tane mağara bulunuyor şehirde. En çok bilineni Gökgöl’ü hedef olarak belirliyorum. Zonguldak’ın bir kilometre dışındaki Devrek yolu üzerinde bulunuyor, bu mağara. Keyifli bir yürüyüş yolu, çeşit çeşit sarkıt ve dikit manzarasını izlemeye doyamıyorum. Mağarada birbirinden ilginç jeolojik oluşumlar ve kaynak suları bulunuyor. Biraz nefes almada güçlük çeksem de doğanın bu harikasına hayranlık duyuyorum. Yorgun ve tık nefes bir şekilde dışarı çıkarken geldiğime değdiğini düşünüyorum. Havanın kararmaya yüz tuttuğu sarp yollarda şehre geri dönüyorum. Merkezdeki otele vardığımda günün yorgunluğunu vücudumun her tarafında hissediyorum. Ertesi gün gezmeyi planladığım şehrin en güzel ilçelerinden biri Ereğli’yi düşünerek uykuya dalıyorum.
İlçeye Erdemir damgası
Sabah güneşin ışınlarıyla uyanırken, perdeleri aradığımda mavi ve hırçın Karadeniz’le güne tazelenmiş şekilde başlıyorum. Hızlı bir kahvaltının ardından vakit kaybetmeden yola koyuluyorum. Batıya doğru Ereğli tarafına gidiyorum. Zonguldak’ın en önemli ilçelerinden birini görmeden şehri tam tanıyamayacağımı düşüncesindeyim. Düzgün yerleşimiyle bir Avrupa şehri görünümünde, Ereğli. Modern ve temiz görünümlü. Şehre damgasını tabii ki Erdemir vurmuş. Ereğli’nin ortasında devamlı duman çıkan bacalarıyla her şeyin merkezinde. Evlatlarını kucaklayan bir anne misali. Devasa demir çelik fabrikasını hayranlıkla izliyorum. Ereğli’de batıya gittikçe büyük tersanelere rastlıyoruz. Sahil boyunca güzel plajlar ve tesisler de var. Doğal seyir terasları da muhteşem deniz manzarasıyla büyülüyor.

ZONGULDAK
Yüzölçümü: 8.629 kilometrekare
Nüfus: 1.073.560 (1990)
İl trafik numarası: 67
İlçeler: Alaplı, Çaycuma, Devrek, Ereğli ve Gökçebey.

Mutfağı unlu yemeklerden oluşuyor
Zonguldak’ın mutfağı ağırlıklı olarak buğday ve mısır unundan yapılan yemek türlerinden oluşuyor. Su böreği, kabaklı börek, bazlama, cizleme, gözleme, kömeç ekmeği, pide türleri, tarhana çorbası, uğmaç çorbası, göce çorbası, malayı yöresel yemekler arasında. Ereğli pidesi ve Osmanlı çileği, Çaycuma yoğurdu, Devrek çöreği ve simidi ile Zonguldak ormanlarında yetişen kuzu kestanesi yörenin adıyla özdeşleşmiş yiyeceklerden. Devrek bastonu, elpek bezi madenci heykelcileri de Zonguldak’tan alınabilecek hediyelik eşyalar.

25 Haziran 2010 Cuma

Slav şehirlerinin anası

Türkiye’nin kuzey komşusu Ukrayna’nın başkenti, Kiev. Dinyeper Nehri kıyılarında nazlı nazlı uzanıyor. Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. Slav şehirlerinin anası olarak tanımlanıyor. Kiev’in merkezinde, geçmişin izlerini her yerde hissetmek mümkün. Aynı zamanda önemli bir tiyatro ve bale merkezi. Kiev, bugünlerde komünizm döneminden yeni döneme geçişin sancılarını yaşıyor.

Gri ve devasa binaları, büyük caddeleri, tüketim çılgınlığına tutulmuş gençleri, markaların yarışına sahne olan mağazalarıyla Kiev, birçok tarihi şehrin geçirdiği dönüşümü yaşıyor. Bir yanda komünizm döneminden kalan soğuk ve bakımsız binalar, diğer yanda ise uzay üssünü andıran yeni moda plazalar. Her köşe başındaki McDonalds’lar, Ferrari montlarla ellerinde biralarla sokaklarda cirit atan gençler, Kiev’in ünlü caddesi Khreshchatik’te hemen göze çarpıyor. Karadeniz’in karşı kıyısında yer alan Ukrayna’nın başkenti. Kiev, bale ve tiyatrolarıyla ünlü. Ama günümüzde daha çok zenginleri ve enerji kaynaklarıyla adından söz ettiriyor. Bir de Turuncu Devrimi ve devrimin kadın kahramanı ilginç saç modeliyle ünlü Yulia Timoşenko. Dünyanın en büyük zenginlerinin yaşadığı şehirde, başka ülkelerde görülemeyecek en lüks marka otomobilleri ve mağazaları görünce şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz. Diğer yanda, 100 dolarlık emekli maaşıyla geçinemediği için sokaklarda dilenen yaşlılar ise, gelir dağılımındaki eşitsizlik bakımından Kiev’de de durumun farklı olmadığının ipuçlarını veriyor.
Stalin'den kurtarılan kiliseler
Ukrayna’nın en büyük şehri Kiev, İstanbul’a sadece bir buçuk saatlik uçuş mesafesinde. İki ülke arasında saat farkı yok. Havaalanından şehre doğru ilerlerken göz alabildiğine boş ve geniş topraklar ilgi çekiyor. Yüzde 70’i ekilebilir arazi olan Ukrayna topraklarının oldukça verimli ve özellikle de organik tarım yapmak için çok elverişli oldukları söyleniyor. Dinyeper Nehri kıyılarında uzanan Kiev’in nüfusu üç milyona yakın. Şehirdeki mimari anıtlar dünya hazinesi olarak tanınıyor. Slav kültürünün temsilcisi Kiev, Ortodoksların hac ve çok çekici bir turist merkezi. Büyüleyici ve güzel manzaraya, parklara ve bahçelere sahip.Tarihi 11’inci yüzyıla dayanan Saint Sophia Katedrali, muhteşem mozaik ve freskleriyle herkesi kendine hayran bırakıyor. Kiev’in Altın Kapısı’nın geçmişi 1037 yılına gidiyor. Ukrayna’nın Barok mimari tarzındaki kilisesi Saint Andrew, Saint Vladimir Katedrali diğer tarihi yapıları. Kiev’de rehberlik yapan Alla (50), Stalin döneminde birçok tarihi kilisenin yıkıldığını sadece bunların ayakta kalabildiğini anlatıyor.
Tiyatro ve bale merkezi
Başka birçok çekici esere sahip olan Kiev, Ruslar ve Ukraynalılar tarafından ‘Slav şehirlerinin anası’ olarak tanımlanıyor. Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri olan Kiev’in merkezinde geçmişin izlerini her yerde hissedebilmek mümkün. Tiyatro tutkunları şehirde çeşitli tiyatro seçeneklerini bulabiliyor. Yeni restore edilen Kiev Opera Evi, çok güzel opera ve balet repertuvarlarına sahip. Franko Tiyatro’su, Ukrayna’da drama, komedi ve müzikallerin merkezi. Şehirdeki müze ve sanat galerilerinde ise görülebilecek birçok sergi var. Ukrayna’nın en büyük şehri olan Kiev, aynı zamanda ülkenin endüstriyel ve ticaret merkezi. Metalurji, makine ekipmanları, kimya, endüstrisi güçlü. Bugünlerde şehirde yükselmeye başlayan yeni ofis merkezleri, bankalar, fuar merkezleri ve diğer ticari girişimler gözden kaçmıyor.
Üç erkek kardeş kurdu
Ukrayna’nın en önemli kültürel, bilimsel ve endüstriyel merkezi olan Kiev, efsaneye göre, beşinci ve altıncı yüzyıllarda üç erkek kardeş, ‘Kyi’, ‘Schek’, ‘Khoryv’ ve kız kardeşleri ‘Lybed’ tarafından kurulmuş. Şehre en büyük erkek kardeş Kyi’nin ismi verilmiş. Kyiv, Kyi’nin şehri anlamına geliyor. Ukraynaca’da Kyiv, Rusça’da Kiev olan şehir Sovyet döneminden beri Rusça ismiyle daha çok tanınıyor. Dokuzuncu yüzyılda doğulu Slavların politik merkezi olan Kiev’e, Ortodoks Hristiyanlığı Prens Vladimir getirmiş. Kiev, 11 ve 12’inci yüzyıllarda en güçlü devrine ulaşarak, Hristiyanlığın doğudaki en büyük medeniyet merkezi olmuş. 14. yüzyılda, Litvanya’nın kontrolüne, 17. ve 18. yüzyılda Rus hakimiyetine girmiş. 1918’de Rus İmparatorluğu’nun bitişi ve Bolşevik İhtilali sonrasında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olmuş. 1991’de Sovyetler Birliği’nin düşüşünden sonra özgürlüğünü kazanmış. Bu tarihten beri de hem Kiev, hem de Ukrayna yeni bir dönemi yaşıyor.
Kadın nüfusu fazla
Doğum ve evlilik oranının düşüklüğü ülkede önemli bir sorun. Diğer bir sorun ise, kadın nüfusunun erkeklere oranla bir hayli fazla olması. Ülke nüfusunun yüzde 63’ü kadın, yüzde 37’si erkeklerden oluşuyor. Zaten gezdiğiniz her yerde kadınların hakimiyetini görebiliyorsunuz. Uzun boyları ve güzellikleriyle tanınan Ukraynalı kadınlar, ülkede her yerde hakim oldukları izlenimini veriyor. Hemen her işte çalışıyorlar. Hepsi de modayı takip etme yarışında. Rehberimiz Alla (50), kadınların sayısının fazla olmasının ülkede sorun yaratmadığını söylüyor: “Kadınlar çalışıyor ve kendilerine yetiyorlar. Artık bekar annelik de moda oldu. Erkeklere ihtiyaç duymuyorlar.”

Nasıl gidilir?
Ukyrayna'nın başkenti Kiev’e gitmek için Ukrayna Konsolosluğu’ndan vize almak gerekiyor. Türk Havayolları’nın tarifeli uçağıyla Kiev’e gitmek bir buçuk saat sürüyor. Düzenli ve adeta cetvelle çizilmiş bir yapılaşma sistemi bulunan Kiev’de ulaşım, tren, treleybüs, tramvay ve taksilerle sağlanıyor. Eski komünist ülkelerin birçoğunda olduğu gibi önünüzden geçen herhangi bir aracı çevirerek para verip istediğiniz yere gidebilirsiniz. Yeni ve modern alışveriş merkezlerine sahip Kiev’de, dünyanın en lüks markalarını bulabilirsiniz. Ama daha uygun fiyatlı alışveriş için yeraltı geçitlerinde bulunan mağazaları tercih etmenizi tavsiye ederim. Shevchenka Bulvarı, Kreschatik ve Kranoarmeyskaya Caddesi’nde güzel hediyelik eşya ve votka satan dükkanlar bulabilirsiniz. Matruşka ve el sanatları ürünleri en güzel hediyelikler arasında.Ukrayna’nın para birimi Hryvnia (krivniya). Ama dolar da her yerde kabul ediliyor. Hemen yerde bulunan nakit para çekme makinelerinden kolayca dolar ve Euro çekebiliyorsunuz. Güvenli bir şehir olan Kiev’de suç oranı çok düşük.

Ne yenilir?
Kiev’de hem geleneksel Ukrayna yemekleri yapan, hem de İtalyan, Fransız mutfaklarının olduğu restoranlar var. Restoran, bar ve kafeler şehrin her yerinde mevcut. Ukraynalılar balık ağırlıklı besleniyor. Somon balığının her türünü restoranlarda bulmak mümkün.

Renklerin ve güneşin ülkesi

Fas, bir Kuzeybatı Afrika ülkesi. Renkleri ve tarihiyle göz dolduruyor. Hollywod klasiklerinden Casablanca filminin çekildiği Kazablanka şehri, başkenti Rabat, turistik bölgesi Marakeş'le gezginlere çok şey vaat ediyor. Diğer Afrika ve Arap ülkelerinin aksine modern bir ülke. Fas'ta, sanılanın aksine çöl bulunmuyor. Fas, tam bir renk ve güneş ülkesi.


İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanları. Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlow, Alman konsantrasyon kampından kaçarak Kazablanka'ya gelir. Amacı yakalanmadan Lizbon'a, oradan da Amerika'ya iltica etmektir. Fakat bütün umutları, şans eseri Kasablanka'nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick'e bağlanmıştır. Rick, kaçış için gerekli olan pasaportlara sahip tek kişidir. Öte yandan Rick'in, Victor'un yakalanması ya da ölmesi için önemli bir nedeni vardır. Victor'un karısı Ilsa, Rick'in bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkıdır...
Humphrey Bogard ve Ingrid Bergman'ın başrollerini oynadığı Hollywood klasikleri arasında yer alan 'Casablanca' filminin sahnelerinin çoğu filme de ismini veren Kuzey Afrika ülkesi Fas'ın ticaret merkezi Kazablanka'da geçer. Türk Hava Yolları uçağıyla İstanbul'dan Kazablanka'ya hareket ederken, efsanevi filmin sahneleri gözümde canlandı. Uçak inişe hazırlandığında heyecanım doruğa çıkarken, 'Acaba filmin sahnelerinin geçtiği mekanları görebilecek miyim diye?' düşünmeden edemedim. Ancak Kazablanka Havalimanı'na ayak basar basmaz filmin etkisinden hızlıca sıyrılıyorum. Havalimanını saran ağır kokuya alışmam birkaç saatimi aldı. Valizlerimizi alıp bizi otelimize götürecek otobüse bindiğimizde şehirle ilgili ilk algımız pek olumlu olmamıştı. Yakıcı güneşin altında tozlu yollardan otobüsümüz ilerlerken, çevrede gördüğümüz insanlardan Fas'ın çağdaş bir ülke olduğunu ilk izlenim olarak edindik. Diğer Afrika ve Arap ülkelerinin aksine çevrede geleneksel kıyafetleriyle dolaşan insan sayısı çok az. Fas'ın ticaret şehri Kazablanka'nın en iyi ve beş yıldızlı oteli Hyatt Regency'de kalıyoruz. Otelde güzelce dinlendikten sonra şehri gezmek için çıktığımızda, Kazablanka'nın ruhunu daha iyi algıyorum. Evet, Humphrey Bogard ve Ingrid Bergman'ın şehrindeydim. Binalar genel olarak Avrupa mimarisini andıran tarzda yapılmış, modern görünüşlüler. Caddeler geniş ve düzenli. Bu görüntü ağaçsız çırıl çıplak bir çöl kenti beklentimi boşa çıkarmıştı. Mümkün olduğunca yeşillendirilmiş bir şehir Kazablanka.
Eski ve yeni yan yana
Şehir, hemen tüm büyükşehirlere olduğu gibi eski ve yeni şehir olarak iki bölgeye ayrılıyor. Eski kent, tamire muhtaç yapılarıyla ıssızlığıyla terkedilmiş izlenimi uyandırıyor. Ama gizemli havası sizi geçmişe götürüyor. Tarihi çarşıları eski çizgilerini koruyor. Çanta, halı gibi hediyelik eşyanın her türünün satıldığı mağazalardaki pazarlık görüntüleri bildik türden. Türklerin de yakından bildiği pazarlık, Kazablanka'da alışverişin temel unsuru. Siz siz olun pazarlık yapmadan hediye satın almayın. Fas para birimi Drahmi yanında Euro ve Dolar'la da alışveriş yapabiliyorsunuz. Üç milyonluk Kazablanka, ülkenin ticaret, sanayi başkenti olarak oldukça zengin. Görkemli parkları ve yeşil alanları var. Yeni şehirdeki villalar ve modern apartmanlar, eskiyle yeni arasındaki değişimin canlı örnekleri. Eski kent Medina'yı ilgiyle izliyor, önceki kral Hassan'ın Akdeniz kıyısında yaptırdığı dev Hassan II Camii'nin görkemine hayran olarak geziyoruz. Cami, 210 metrelik minaresiyle dünyanın en uzun minareli camisi olma özelliğine sahip. Bu camii denizin kenarına kurulmuş olmasıyla dikkat çekiyor. Geniş avlusu ve gösterişli mimarisiyle geniş bir alana sahip cami etkileyici bir görünüşe sahip. Hassan II Cami, bir yanındaki mavi okyanusla ülkede görülmeye değer yerler arasında.
Cami denizin kenarındaki kayalıkların üzerine büyük bir alana inşa edilmiş, değişik el işlemeleri ve oymalarıyla süslenmiş. İçeri girilmesi yasak olduğundan dışarıdan birkaç kare fotoğraf çektikten sonra, caminin denize bakan duvarlarına oturarak bu görkemli yapıyı seyrettik.
Genel olarak Kazablanka sokaklarında Fransız etkisi dikkatleri çekiyor. Uzun yıllar Fransızların yönettiği şehirde, Fransızca ikinci dil. Her dükkanın tabelasında ya Fransızca ya da her iki dilde yazı görmek mümkün. Kazablanka sokaklarında dolaşan insanlar çoğunlukla modern giyimli. Beyaz ve uzun entari şeklindeki geleneksel kıyafetli Berberilerin sayısı çok fazla değil. Rehberimiz, beyaz entari giyenlerin Berberiler olduğunu anlatıyor. Fas halkı, Arap ve Berberilerden oluşuyor. İki ırkın karışımı da çoğunlukta. Son yıllarda Fas'ın diğer Afrika ülkeleri ile olan ilişkileri artmış; siyah Afrika nüfusu da Fas'a yerleşmeye başlamış.
Düzenli şehri Rabat
Güzel ve yorucu geçen bir günün ardından Fas'ın ticaret şehri Kazablanka'dan, başkenti Rabat'a hareket ediyoruz. Rabat, Kazablanka'ya 90 km uzaklıkta. Kıyı boyunca devam eden yolculuk sırasında çevreyi daha iyi görme şansı elde ediyoruz. Kazablanka'nın daha düzensiz ve tozlu olan ortamından Rabat'ın düzenine geçiyoruz. Rabat, her başkent gibi politik ve ağırbaşlı bir görünüm sergiliyor. Binalar daha yeni ve her yer daha düzenli. Fas'ın tüm şehirlerindeki büyük meydanlarına verilen Kral V.Muhammed adı Rabat'a ulaştığınızda ilk gezdiğimiz yer oluyor. Cadde'nin alt tarafında Souklar (Geleneksel Çarşı), yukarı tarafında ise minaresi uzaklardan dahi görülebilen Es-Sunna (Büyük Camii) yer alıyor ve buradan yürüme mesafesinde olan turistlerin akın ettiği çok geniş bir alana kurulmuş görkemli Kraliyet Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Adalet Sarayı ve Üniversite diğer gezilecek tarihi yapılardan. Bu Regreg Irmağı'nın denize döküldüğü yerde bulunan Rabat'ta, Udaya Kasba ve Sale kentine bakan bir tepeye inşa edilmiş olan Kral V. Muhammed Anıtmezarı, mutlaka görülmesi gereken Fas tarihinin en önemli yapılarından biri. Yapının içindeki harika motifler ve özellikle tavandaki ahşap oymalı kubbe dikkati çekiyor. Yapı tam olarak tamamlanamadığından Hasan kulesi olarak bilinen minaresi ve sıralanmış kısa sütunlar günümüze ulaşmış. Rabat'ın en güzel manzarasına sahip yerlerin başında ise, Fas'ın en büyük mimarı miraslarından, 12 yüzyılda inşa edilen Udaya Kasba'sının devasa surlarını içine alan Kale kalıntıları geliyor. Bugün beyaz ve mavi boyalı şirin evlerinden oluşan hoş bir mahalleyi andıran Kasba, zamanında Rabat'a adını veren Ribat'ın yerinde. Rabat'ta geçirdiğimiz güzel günü, Bu Regreg Irmağı'nın denize döküldüğü yerde bulunan tarihi bir kafede noktalıyoruz. Fas'ta yaygın içilen yeşil çay ve bizim tatlıları andıran tadlarla hem dinleniyor, hem de dönüşte arkadaşlarımıza anlatacağımız hatıraları düşünüyoruz. Geri dönüşü düşünmek bile istemiyoruz.

En az yedi çeşit kuskus
Kuzeybatı Afrika'da yer alan Fas'ın mutfağı gerek çeşni, gerekse çeşit açısından çok zengin. Taze ve kuru meyvelerin büyük bir özenle kullanıldığı Fas Mutfağı şekerle, tuzun karıştığı nadir lezzetlerden. Fas Mutfağı genelde ete, balığa ve sebzeye dayanıyor. Et olarak kuzu, koyun, tavuk ve güvercin eti tüketilir. Bol miktarda baharat ve değişik aromaların kullanıldığı yemekler kuzeyden, İspanya, Fransız ve hatta İtalya'dan, güneyden ve doğu ülkelerinden etkilenmiş. En büyük etkinin doğudan geldiğine şüphe yok. Hem Akdeniz, hem de Atlantik Okyanusu'na 2 bin km. kıyısı olan Fas'ta balık ve deniz ürünleri de çok değişik şekillerde hazırlanarak tüketiliyor. Tavada, ızgarada, fırında ve tencerede değişik tekniklerle pişirilen balık ve ve deniz ürünleriyle kuskus da yapılıyor. Bu balıklı kuskus, Kuzeybatı Afrika Ülkelerinde yalnızca Fas'ta yapılıyor. Fas'ta en az 6-7 değişik şekilde kuskus yapılıyor. Fas'la çok çeşitli ve bol sebze yetişiyor. Faslılar sebzeyi et, tavuk ve balık ile pişirdikleri gibi yalnızca soslu sebze olarak da tüketiyorlar. Tatlılar, Fas'ta genelde çeşitli kuru pastalardan oluşuyor. Kurabiye de denilebilecek bu tatlılar iki çeşit. Çay ile yenen içi badem ezmesi ile doldurulan 'Kaab elghzal' denen çeşitlerle, üzerine bal dökülerek daha tatlı olarak hazırlanan ve kahve ile yenen tatlılardan oluşuyor. Badem, tüm Mağrib Ülkelerinde olduğu gibi, Fas'ta da tatlıların en vazgeçilmez malzemesi. Fas Mutfağı'nın en ünlü yemeklerinden biri Pastilla. Bu baklava hamuru ile yapılan bir nevi tatlı ve tuzlu börek. Geleneksel olarak yalnızca bayramlarda ve özel günlerde hazırlanıyor. Bu özel tatlı börek, çekilmiş badem, kuru üzüm, tarçın, bal, maydanoz ve güvercin veya tavuk eti ile yapılıyor. Fas'ta en önemli yemek öğle yemeği. Faslılar günümüzde bile öğle yemeği yemek için evlerine dönüyorlar. Faslıların en ünlü yemekleri arasında, "Pastilin, Ayvalı Tavuk, Ayvalı ve Bamyalı Kuzu Tajin, Seksu Kuskus, Djej makalli, Kaab elghzal" bulunuyor.


Fas'ta alışveriş
Fas'ın hangi şehrinde olursanız olun, her yerde alışveriş kelimesi aynı anlama geliyor. Renkli, ışıl ışıl alışveriş dünyasında kendinizi geçmişte hissedebilirsiniz. Fas'ta alışveriş sokaklarda yaşanıyor. Sokak tezgahlarında, sokakların aralarına kurulan atölyelerde, küçük dükkanlarda. Fas'tan alabileceğiniz şeylerin başında, kıyafet ve kumaşlar geliyor. Uzun pelerinlerden mutlaka almalısınız. Fes porselenleri, çanak çömlek, takı, gümüş objeler, kilim dokuma halılar, eşarp gibi birçok ürün alışveriş listenizde yer alabilir. Fas'ın her şehrinde alışveriş için tarihi ve turistik çarşılar bulunuyor. Buralardan pazarlıkla uygun fiyatlara, el yapımı güzel hediyelikler satın alabilirsiniz. Her şehrin, alışveriş yapmak için büyük bir çarşısı var. Ülkede, geleneksel çarşılar dışında, modern şehir diye adlandırılan bölgelerde lüks mağazaları da bulmak mümkün.

Portekiz'in 7 tepeli şehri

Kaşifler ve denizciler ülkesi Portekiz’in başkenti Lizbon, yedi tepeli bir şehir. İnişli, çıkışlı yolları, daracık sokaklarıyla da İstanbul’u hatırlatıyor size. Atlantik Okyanusu kıyısında. Tarihi, anıtları, kocaman meydanları, Fado müziği, deniz mahsulü ağırlıklı mutfağı ve müthiş denizcilik geçmişiyle ziyaretçilerine çok şey vaat ediyor. En eski mahallesi Alfama’da, çini desenleriyle kaplı birbirinden güzel binaların arasında ve dar sokaklarda kendinizi geçmiş yıllarda yaşıyormuş gibi hissedebilirsiniz.

Sarı tramvay, dış duvarlarını birbirinden güzel çinilerin süslediği tarihi binaların arasından yavaşça ilerliyor. Tramvayın içindekiler gibi ben de bir gözüm etrafta, diğer gözüm tramvaya asılan çocuklarda takılı kalıyorum. Daracık sokaklarda ilerleyen tramvayın camından çevredeki tarihi dokuyu en ince ayrıntısına kadar kanıksamak istercesine pür dikkat kesiliyorum. Birbirinden güzel binalarda geçirilen yaşamları hayal ediyorum. Bir durak sonra inerek, bu tarihi dokunun keyfini yürüyerek çıkartmaya karar veriyorum.
Burası Portekiz’in başkenti Lizbon’un en eski mahallesi Alfama, Lizbon’un okyanus kıyısındaki tarihi kısmı. Yokuşlu, inişli, çıkışlı sokakları bana İstanbul’u hatırlatıyor. Mavi, yeşil, kırmızı dahil her renkte çinilerle dışları kaplanmış binalara hayran kalıyorum. Çininin merkezi olan ve bina içinde bu malzemeyi çok kullanan bir ülke olarak, binaların dışında neden kullanmayı akıl etmediğimizi düşünmeden edemiyorum. Birbirinden güzel binaların arasında kendimi geçmiş yüzyıllarda hissediyorum adeta. Bol yokuşlu sokaklarda yoruluncaya kadar dolaşıyorum. Apartman altlarındaki hediyelik eşya satıcıları ve antikacılarına bakmayı ihmal etmiyorum.
Güneybatı Avrupa’nın en ucundaki İber Yarımadası üzerinde yer alan Portekiz’in başşehri, Lizbon. Tejo nehrinin oluşturduğu haliç üzerine kurulu, Atlantik Okyanusu’nun kıyısında. Tagus Nehri’nin okyanusa döküldüğü yerde bulunuyor. Üç milyona yakın nüfusu bulunan şehrin en ilgi çeken özelliklerinden biri İstanbul gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş olması. Lizbon, dünya tarihine pek çok kaşif ve keşif kazandırmış Portekiz’in en önemli şehri.
Hüzünlendiren müzik Fado
Alfama sokaklarında dinlenmek için gözüme kestirdiğim şirin kafeye giriyorum. Ayak sızımı hafifleten nefis kahveyle enerjim yerine geliyor. Bu kez Rua Agusta caddesini, kenti en büyük meydanı olan Comercio’ya bağlayan güzergahı seçiyorum. Kemerli yüksek kapı Arco Triunfal’ın (Zafer Takı) altından geçiyorum. Kocaman meydanda yeteneklerini sergileyen amatör sanatçıları seyre dalıyorum. Bandomim yapan birinin hareketlerini o kadar beğeniyorum ki, para vermeyi de ihmal etmiyorum. İnsan selini takip ederek, bir sonraki durak olarak limana doğru yollanıyorum. Burada Praça do Comercio yani Ticaret Meydanı bulunuyor. Bu yapı, muhteşem mimarisiyle göz kamaştırıyor. Bir zamanlar gemilerle gelen ürünlerin pazarlandığı yapı, eski ihtişamından çok şey kaybetmemiş. Liman aslında deniz kenarında değil. Şehir, Tejo nehrinin göl haline gelmiş sahilinde kurulu. Denizden gelecek saldırılardan korkulduğu için sahil kenarında yapılaşma olmamış. Bir saatlik incelemeden sonra Rua Augusta’ya geri dönüyorum. Küçük taşlarla baş döndürecek şekilde özenle tek tek örülmüş kaldırımları inceliyorum. Bu kadar taşı tek tek yerleştiren ustalara içimden saygı duyuyorum. Benden ayrılarak alışverişe çıkan arkadaşımla da bu meydanda tekrar buluşuyoruz. Bir süre etrafı seyrettikten sonra kararan hava dolayısıyla yemek vaktinin de geldiğini anımsıyoruz. Fado müzik eşliğinde enfes okyanus ürünlerini tatma fırsatı bulacağımız restorana doğru hızlı adımlarla yollanıyoruz. Alfama Mahallesi, Fado müziğiyle ünlü. İnsanı hüzünlendiren müzik nağmelerini restoranlardan geçerken duyuyoruz. Fado, eskiden savaşlarda, denizde kocalarını, kardeşlerini kaybeden kadınların duygularını anlatan bir müzik. İnsanı ağlamaklı yapan bir tarzı var, bir o kadar da gururlu. Kocaları savaştan ya da denizden dönmeyen kadınların evlerini geçindirmek için dilenirken söylediği nağmelerden oluştuğunu öğreniyoruz. Fado zaten Latince kader anlamına geliyor. Acıklı ezgilere sahip Fado müziği, gidip gelmeyen sevgiliyi, deniz yolculuğuna çıkıp dönmeyen eşleri anlatır. Şirin ve küçük restoranda ısmarladığımız deniz mahsullerini iştahla yerken, şarkı söylerken gözlerini kapatan Fado sanatçısını keyifle dinliyoruz. Müzik her ne kadar hüzünlendirse de yiyecekler neşemizi yerine getiriyor. Porto şarabı, şehirde denenebilecek en güzel içkilerden. Gecenin geç saatlerine doğru ise iyi bir uyku çekmek ve bir sonraki gün için enerji toplamak üzere otelimize yollanıyoruz. Otelimiz Lizbon’un yeni şehir tarafında yer alıyor. Yeni şehir ise her yerde görülebilecek, plazalar, apartmanlar ve ofis binalarından oluşuyor.
Kaşifler için anıt
Lizbon’daki ikinci günümüzde hedefimiz Alfama’nın en tepesindeki San Jorge kalesi oluyor. Tramvaydan indikten sonra daracık sokaklardan güç bela yürüyerek tırmanıyoruz kaleye. Kalenin burçlarına kadar çıkıyoruz. Çevresinde korkuluk olmayan bazı yerlerine çıkarken aşağıya bakmamaya özen gösteriyorum. Yükseklik korkusu olanların zorlanabileceği en üst kısma çıkarak şehri bir de tepeden izliyoruz. Kaleden şehrin manzarası ayrı bir güzel görünüyor. Bu kez tramvayla şehrin bambaşka bir semtine, Belem'e gidiyoruz. 1515 yılında yapılan Belem Kulesi en önemli anıtlarından birisi. Portekiz denizciliğini temsil ediyor. 1775 yılındaki depremden sağlam kalmış nadir yapılardan birisi. Belem'in ikinci büyük anıtı ise Jeronimos Katedrali. Vasco da Gama’nın, Hindistan yolculuğuna çıkmadan önce bütün gece burada dua ettiği söyleniyor. Ferdinand Macellan, Bartolomeu Dias, Gonçalo Coelho Kaşifler Anıtı’nda yer alan ünlü denizciler arasında. Belem’de de Portekizli kaşiflere dair pek çok bilgiyi öğrenme şansı buluyoruz. Kısa Lizbon seyahatimizi olabilecek en güzel anılarla bitiriyoruz. Bir daha gelebilmek umuduyla geri dönüş yoluna geçiyoruz.

LİZBON
Uçuş süresi: Aktarmalı 7 saat
Para birimi: Euro
Saat farkı: İki saat geri
Resmi dil: Portekizce
Sıcaklık: Yaz ayları sıcak, kışın soğuk geçer
Nüfus: Yaklaşık 3 milyon
Vize: Türk vatandaşlarına vize uygulanıyor.

Görülmesi gerekenler
* Belem Kulesi: İstanbul'daki Kız Kulesi benzerinde bir yapı. Denizin içinde olan bu yapı, eskiden sefere çıkan denizcileri gözlemleyebilmek için inşa edilmişti.
* İsa Heykeli: Lizbon'da oldukça dikkat çekici yapılardan bir tanesi Brezilya'nın, Portekiz'e hediye ettiği İsa Heykeli'dir. Bu heykel yüksek bir binanın tepesinde bulunuyor. Lizbon'da oldukça meşhur olan asansörlerle bu yüksek binanın en tepesine çıkıyorsunuz. İsa heykelinin kollarının arasından bütün Lizbon'u seyre dalıyorsunuz.
* Asansör (Elevador): Lizbon'da asansörlerin çok değişik bir yeri var. Bu şehirde bulunan asansörler, binaların içinde değil dışında bulunuyor. Bu asansörler genellikle turistik amaçlı kullanılıyor. Şehri en güzel şekilde tepeden seyretmek isterseniz, asansörlere binebilirsiniz. Santa Justa sokağında bulunan 1911 yılında yapılmış olan asansör, Lizbon'da bulunan asansörlerin en meşhuru.
* Oceanarium: Lizbon'da bulunan bu akvaryum, Portekizlilerin denizcilik geçmişine ne kadar sahip çıktıklarının bir göstergesi gibi.
* Kraliyet Sarayı: Yıllar boyunca kralların yazlık mekanları olarak kullanılan bu sarayın dış mimarisi kadar, iç mimarisinde kullanılan çiniler oldukça dikkat çekici. Portekiz'de bulunan birçok yapıda kullanılan çini desenler Lizbon'a ayrı bir özellik katıyor.
* Jeronimos Manastırı: 1496'da Kral I. Manuel tarafından yaptırılan bu bina, Lizbon'un simgeleri arasında yer alıyor. Manastır'ın yapımında kullanılan çeşitli mücevherler bu yapıya oldukça zengin bir görüntü kazandırıyor.

Mutfağı deniz ürünü ağırlıklı
Portekizlilerin mutfağı deniz ürünlerinden oluşuyor. Balıkçılığın oldukça önemli olduğu ülkede başta Lizbon gibi liman şehirleri olmak üzere balığa oldukça önem veriliyor. Sabah kahvaltılarında bile deniz ürünleri ağırlıklı tüketiliyor. Yemeklerinde baharat ve değişik sosları kullanıyorlar. Bu soslar da, zeytinyağı başta olmak üzere tereyağı kullanılarak yapılıyor. Lizbon'da balığın her çeşidini bulmanız mümkün. Özellikle balık çeşitlerinden sardalya kızartmasını deneyebilirsiniz. Lizbon'da deniz ürünlerinin sunulduğu birçok restoran var. Balık dışında Portekiz mutfağında önerilen yemek, Lizbon usulü ciğer. Bizim ciğer sote yemeğine benziyor. Pasta, kek, poğaça gibi pastane ürünleri Lizbon’da oldukça ünlü. Henüz yeni çağa yenik düşmemiş pastanelere adım başı rastlayabilirsiniz.

Güneşin doğduğu ülke: Japonya

Uzakdoğu’nun güneş gibi ülkesi Japonya. Hiç bitmeyen hareketi, insanlarının çalışkanlığı ve çok değişik atmosferiyle sizi kendine çekiyor adeta. Kelime anlamı ‘güneşin doğduğu ülke.’ Üç önemli şehri Tokyo, Osaka ve Kyoto ziyaretçilere çok farklı deneyimler vaat ediyor. Tapınakları, teknolojisi, kimolu kadınları, samurayları, tarihi yapılarıyla ufkumuzu genişletiyor. Japon mutfağını sadece suşiyle özdeşleştirenleri ise envai çeşit lezzetleriyle Japon mutfağı bekliyor.

Yüksek çelik yapılı binalar, daracık caddeler, süslemeyi andıran Japon harflerinin parladığı kocaman tabelalar, hiç bitmeyen ve adeta karıncayı andıran insan kalabalığı içinde kendimi şaşkın ve daralmış hissediyorum. Merak içinde çevreyi seyre dalıyorum. Evet, Japonya’nın başkenti Tokyo’dayım. Şehrin düzeni ve temizliğini takdir ederken, volkanik adalar üzerinde kurulu olan ülkede alan darlığı nedeniyle sıkışık düzendeki binalar ve yollar ise bende farklı duygular uyandırıyor. Binlerce ada üzerine kurulu Uzakdoğu’nun yıldız ülkesinde Japon kültürünü birebir yaşamak için sabırsızlanıyorum. Adalar üzerinde gezdiğinizi anlayamadığınız şehir, mükemmel yollarla birbirine bağlanmış durumda. Çıktığım kısa gezinti sırasında kendimi dünyanın en pahalı caddeleri arasında yer alan Ginza Caddesi’nde buluyorum. Bu caddede metrekare fiyatının 100 bin dolar olduğunu duyduğumda dudağım uçukluyor adeta. Çevredeki hepsi birbirinden lüks mağazaların camlarına öylesine göz atıyorum, asıl isteğim bu caddeye yakın olan Kraliyet Sarayı’nı görmek. Zaten fiyatları gördüğümde Japonya’nın dünyanın en pahalı ülkelerinden olduğu gerçeğini yeniden hatırlayıveriyorum. Caddedeki kafelere, mağazalara hızlıca göz attıktan sonra 15 dakikada yürüdüğüm sarayın halka açık olan doğu bahçesinde bir süre yorgunluğumu atmak istercesine oturuyorum. Bir hayli geniş bahçede bir yandan ziyaretçileri süzerken, diğer yandan hayalimde geçmişi canlandırmaya çalışıyorum. Bu bahçede, kimbilir ne krallar, ne prensler, ne samuraylar dolaşmıştır? Bahçeyi gezdikten sonra da vaktimi daha iyi kullanmak isteğiyle koşar adım saraydan uzaklaşıyorum.
Neon ışık cenneti
Kelime anlamı ‘güneşin doğduğu ülke’ olan Japonya, güneyden kuzeye dört büyük ada ve yaklaşık 6 bin 800 küçük adadan oluşan bir Asya Pasifik ülkesi. Japonya’nın 47 vilayetinden biri olan ve dünyanın en kalabalık şehirleri arasında yer alan Tokyo’yu, Osaka ve Kyoto’yu da kapsayan bir iş seyahatinin ilk ayağı olarak ziyaret ediyorum. Tokyo, ülkenin finans, kültür ve ticaret merkezi. 12 milyon nüfusu bulunan şehir hareketliliğiyle beni adeta içine çekiveriyor. Çalışkanlıklarıyla bilinen Japonların küçük metrekarelerde yarattığı şehircilik harikasını ilgiyle inceliyorum. Ana caddelerin kalabalıklığı ve neon ışıklarının gerisinde önünde bonsai ağaçları ile ahşap evlerden oluşan mahalleler hala bir Tokyo gerçeği. 333 metre yüksekliğinde ve Paris’teki Eyfel Kulesi’nin kopyası olan Tokyo Kulesi’ni yakından görmeye gidiyorum. Çok fazla vaktim olmadığı için kuleye çıkmayı daha sonraya erteliyorum. Bir sonraki durağım ise elektronik mağazalar semti Akihabara oluyor. Onlarca elektronik mağazasının içinde kendimi kaybediyorum. Burası adeta elektronik ürün cenneti gibi.Teknolojinin başlıca üreticisi olan Japonya’da fiyatları ise pahalı buluyorum. Cihazların içeriklerinin Japonca olduğunu görünce de bana verilen siparişleri alıp almama konusunda kararsız kalıyorum. Onlarca katlı mağazalarda yeni teknolojilere uzun süre bakakalıyorum. Hava hafif hafif kararmaya başladığında ise Tokyo’nun sembolü olan neon ışıklar yanıveriyor. Rengarenk ışıklar bana yorgunluğumu yeniden hissettiriyor. Otele dönmek için taksi aranıyorum ve ilk gördüğüm taksiye yorgun adımlarla biniyorum. İşkoliklikleriyle tanınan Japonların da evlerine dönme telaşı ortalığı bir hayli kalabalıklaştırıyor. Takside etrafı seyrederken daracık mekanlarda yarattıkları Japon harikasını bir kere daha takdir ediyorum. Otele varmamla duş alıp çıkmam yarım saatimi alıyor.
Balık ağırlıklı mutfak
Japon yemeklerini deneme fırsatı bulacağımız restoranın girişinde ayakkabılarımızı çıkarmamız istendiğinde bir an duraksıyorum ama hemen restoranın geleneksel bir Japon restoranı olduğunu hatırlıyorum. Zaten Türk kültürüne benzer şekilde Japonlar da evlerinde ayakkabılarını çıkarıp yerde yemek yiyorlar. Gittiğimiz restoranda da yer masasına kuruluveriyoruz. Suşileriyle dünyada ün salan Japonların çoğu deniz ürünü ağırlıklı envai çeşit yemekleri olduğunu görüyorum. Japon mutfağı çiğ balıktan, kızarmış karidese kadar geleneksel yöntemlerle hazırlanan zengin çeşitlere sahip. Japon damak tadının en belirgin yemeğ ise kağıt inceliğinde kesilmiş dana etinden yapılan sebzeli ‘shabu-shabu’. Balık çorbamızın ardından gelen shabu-shabu’yu soya soslu tabağa banarak afiyetle yiyoruz. Bu sırada masada Japonya’yı iyi tanıyan konuğumuzdan ülkede hayvancılığın çok az olduğunu çünkü hayvancılık yapacak alan bulunmadığı için kırmızı etin çok pahalı olduğunu öğreniyoruz. Japon mutfağının diğer lezzetleri arasında Sukiyaki, Tempura, Sashimi, Tonkatsu bulunuyor. Japon yemekleriyle ilgili önyargılarımı silen ve mükemmel bir atmosferde geçen yemeğin ardından biraz da gece hayatını görmek için dolaşmaya karar veriyoruz. Tokyo’nun gece hayatının yaşandığı ışıklı semti Shinjuku’da biraz dolaşıp birkaç bira içtikten sonra ise otele geri dönüş zamanı geliyor. Ertesi gün şehri dolaşmak için daha fazla güç toplama isteğiyle uykuya dalıyorum.
Eski Japonya
Kahvaltının ardından şehirdeki gezintime bu kez yol arkadaşımla beraber bıraktığım yerden devam ediyorum. Tokyo’ya ilk gelişimde filmlerde gördüğüm tapınak vari eski Japon yapıları ve kimonolu kadınları görememenin hayal kırıklığını yok etmek için tavsiye üzerine Tokyo’nun nispeten eski halinde kalmış bir bölgesine gidiyoruz. Asakusa’da iş hareketliliğinin yerini şehrin en önemli Budist tapınaklarından Senso-Ji’nin yarattığı canlılık almış. 17’inci yüzyılda kurulan tapınak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise yenilenmiş. Heybetli ve her metrekaresi işlenmiş mimarisiyle tapınağın büyüsüne kapılıp düşüncelere dalıyorum. Tapınağın verdiği ruh dinginliğiyle şehrin en büyük parkı UENO’ya istikameti çeviriyoruz. Japonların bahçecilik ve parklar konusundaki ünlerini hak ettiğine bir kez daha tanık oluyorum. Bu gezintinin ardından da öğleden sonra başlayacak toplantıya yetişmek için koşar adım otele varıyoruz. Toplantının ardından ise Japonya’nın diğer şehri Osaka’ya gitmek için hazırlık yapıyoruz. Tokyo’nun hafızamda bıraktığı güzel anılar paylaşılacak sahiplerine ulaşana kadar her daim canlılığını koruyacak.

Osaka Kalesi’nden kuşbakışı manzara
Shinkansen denilen, hızıyla ve dakikliğiyle ünlü trene ertesi sabaha yetişiyoruz. Birkaç saatlik yolcuğun ardından Japonya’nın diğer önemli şehri Osaka’dayız. Otele yerleştikten sonra buradaki kalış süremiz olan bir günü en iyi şekilde değerlendirmek için hızlı hareket ediyoruz. Görülecek yerler arasında önceliği Osaka Kalesi’ne veriyoruz. 1586 yılında Toyotomi Hideyoshi tarafından yaptırılan kalenin inşaatında yüz bin işçi çalışmış. Kayalık bir tepenin üzerindeki kalenin en üst katından tüm Osaka kuşbakışı görülebiliyor. Kentin giriş kapısı da dünyada dillere destan. Kansai uluslararası Havaalanı, Osaka Körfezi’ndeki yapay dolgu bir ada üzerinde yapılan inşaatı ile dillere destan. Uçtan uca 1.6 km uzunluğundaki terminal binası, dünyanın en uzun binası unvanına sahip. Havaalanının bir adım ötesi ise Nara, Kobe ve Kyoto’ya götürüyor sizi. Geleneksel sahne sanatı ‘Kabuki’ kukla tiyatrosu ‘Bunraku’yu izlemek mümkün. Bunraku, Osaka’da doğmuş. Atmosferi ve güzellikleriyle beni büyüleyen şehrin 2.5 milyon nüfusu bulunuyor.


Kyoto tapınaklarıyla ünlü

Japon demiryollarında geçerli olan Japon rail kartımızı kullanarak bu kez rotamızı Kyoto’ya çeviriyoruz. Japonya’nın turistik ve çevreci şehrine.2 milyon nüfusu bulunan Kyoto, güzelliğiyle ve doğasıyla gelenleri ilk bakışta etkileyen bir cazibeye sahip. Tokyo’dan önce, Japonya’nın başkenti olmuş. Alabildiğine yeşillik olan şehirde gezdiğimiz tapınakları adeta beyinlerimize nakşediyoruz. Japonya’nın simgeleri haline gelen tapınaklar mimarileriyle dikkat çekiyor. Bu tapınakları görmek için Japonya’ya gelen turist kalabalığı içinde kayboluyoruz. Aniden bastıran yağmur bizi kendimize getiriyor. Otel görevlilerinin uyarıları sonucu yanımıza aldığımız şemsiyelerle tapınakları gezerken yağmurdan korunuyoruz. Üç tarafı dağlık olan Kyoto, yeşilliğiyle tanınıyor. Küresel ısınmanın da ilk toplantısı ve bu konudaki ilk uluslararası anlaşma bu şehirde yapılmış. Bizi mutlu bir yorgunluğa sevkeden gezimizi, hediyelik eşya dükkanında sonlandırıyoruz. Kimonolu kadın heykeli, şapkalar, Samuray kılıcı, ülkeye ve şehre ait başka envai çeşit hediyelik eşya arasında istediklerimizi beğenip alıyoruz. Otobüsümüze dönerken, Tokyo ve onun ardından 12 saat sürecek geri dönüş yolculuğu için enerji depolamaya çalışıyoruz.

JAPONYA
Nüfusu: 123 milyon
Para birimi: Yen
İklimi: Nemli subtropikal iklim. Yazlar çok sıcak, nemli ve yağışlı. Kışlar ise soğuk.
Başlıca önemli şehirleri: Tokyo, Osaka, Kyoto, Kobe, Nara
Ekonomi: Bankacılık, finans, basın yayın, ulaştırma, bilişim, telekom.
Vize: Türkiye’den gittiğinizde önceden vize almanıza gerek yok.
Doğal Yapı: Yüzde 75 dağlık. 150 tane yanardağ olan ülkede en yüksek noktası Fuji’dir.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Nil Nehri'nde tur

Mısır, gizemli bir ülke. Tapınakları, mezarları, tanrı, tanrıça heykelleri ve hikayeleriyle büyüleyici bir atmosfer sunuyor. Nil Nehri boyunca giderken, eski Mısır'ı yaşıyoruz adeta. Nazlı ve durgun akıyor, Nil. Vadisi boyunca pek çok tanrı ve tanrıça için yapılan tapınağın ev sahipliğini hak ediyor gibi.  Bölgenin yaşam anahtarı. Nehir üzerinde gemi turuna çıkıyoruz. Aswan, Edfu, Luksor gibi şehirleri keşfe dalıyoruz. Tapınak, sfenks ve etkileyici bir tarih. İşte, Nil Nehri turundan izlenimler.

Tapınakları, tanrıları, tanrıçaları, piramitleri, firavunları, sfenksleri, yazıtları, mumyaları ve yaşam kaynağı Nil Nehri... Çoğu gezginin ve tatilcinin hayallerini süsleyen gizemli bir ülke, Mısır. Bu gizemli ülkenin en gizemli noktası ise Nil Nehri ve çevresi. Beş gün sürecek Nil turumuza Güney Nil kıyısındaki turizm şehri Aswan’da başlıyoruz. Dışarıdan apartmanı andıran otel gemimize alelacele yerleşiyoruz. İlk durağımız Nil üzerinden kayıklarla gidilebilen Nubia Köyü. Eski Mısır’dan kalan etnik kökenlerden, Nubiayalılar. Yüzyıllar öncesindeki gibi sürdürdükleri mütevazı yaşamları çok etkileyici. Tek katlı, çeşitli renklere boyalı, yerlerde döşeme yerine kumun serili olduğu evleri, yerel giysileri içindeki evsahiplerinin misafirperverliğinde geziyoruz. Aswan’da, kayıklarla gidilen ve görülmesi gereken diğer bir yer ise Philea Tapınağı. Tanrıça Isis’e tahsis edilmiş. Baraj nedeniyle orijinal yerinden başka bir alana taşınan tapınak görkemiyle herkesi etkiliyor. Bin bir emekle yapımı onlarca yıl süren sütunları, hiyeroglif yazılı duvarları ve duvarlarındaki tasvirleriyle ziyaretçileri kendisine hayran bırakıyor. Tapınağın büyüleyici görüntüsü ve hikayesinin etkisinde hayaller içinde yüzen otelimize geri dönüyoruz.
Etkileyici tapınaklar
Bir gece geçirdiğimiz otel gemimizin bir sonraki durağı ise Edfu oluyor. Gemi karaya usulca yanaşırken, kamaradan seyre daldığım Nil’in etkisinden sıyrılarak aşağıya inmek için hazırlanıyorum. Limanın hemen yanındaki faytonlara yerli satıcıların ısrarlı satış çabaları arasında koşar adım biniyoruz. Edfu Tapınağı’nı görmek için sabırsızlanırken, çevredeki koşuşturmanın içine çekiliyoruz. Eski devirlerdeki gibi sarıkla ve yerel giysi olan elbisevari ‘Gelebiye’yle dolaşan Mısırlıları meraklı gözlerle inceliyorum. Okula gitmek için acele eden başı örtülü ve fesli çocuklar, cadde boyunca sıralanan dükkanlarında müşteri bekleyen esnaf, boyasız yollar, tek tük geçen eski tarz otomobillerin kaldırdığı toz… Şehir eski devirlerde yaşadığım hissine kapılmama neden oluyor. On dakika süren yolculuğun ardından uzaktan bile büyük sütunları ve ihtişamıyla etkileyici bir görüntüsü olan Edfu Tapınağı’na varıyoruz. Uzun yıllar toprağın altında kaldığı için hiç bozulmadan günümüze gelen en sağlam tapınak, Edfu. Turist kalabalığı içinde hiyeroglif yazılarını incelerken bir yandan da rehberin anlattıklarını dinliyoruz: “Tanrı Horus Tapınağı, önce Thutmois III’ün mimar rahip Imhotep’e yaptırmış olduğu tapınağın yerine Ptolemy II tarafından M.Ö. 327’de yaptırılmış. Mısır’daki en iyi korunmuş tapınak.” Devasa görünümü, duvarlarındaki resimli yazıları, tasvirleriyle, sütun başları ve heykelleriyle kendine hayran bırakıyor bizi. Nil ölçer denilen nehrin seviyesini ölçen kısmını da geziyoruz. Yüzyıllar önce bu coğrafyada, o günün teknolojik imkanlarında bu kadar büyük bir yapının nasıl yapılabildiğini düşünmeden edemiyorum. Bir kez daha eski Mısırlılara hayranlık duyuyorum. Duvarlarındaki resimler, resim yazı hiyeroglifleri uzun süre inceliyoruz. Yüzlerce metrelik duvarların baştan aşağı o devri ve tanrıyı anlatan hikayeleri bizi geçmişe götürüyor. İki saat süren gezinin ardından yüzen otelimize geri dönüyoruz.
Nil Nehri hayat anahtarı
Hemen hareket eden dört katlı geminin güvertesinde Nil’in sonsuzluğunu seyrederek yol alıyoruz. Çevredeki hurma, muz ağaçlarıyla Nil’in her iki yanındaki yerleşimleri bir bir geçiyoruz. Gemiden Nil’in bölge için ne kadar önemli oldu çok açık. Boylu boyunca durağan bir şekilde akıp gidiyor nehir. Her iki yandaki vadisi boyunca coğrafyaya yaşam akıtarak. Nehrin vadisinin biraz ilerisi ise kumdan oluşan çölden ibaret. Nil, tarihler boyunca bölgeye yatağı boyunca hayat taşımış ve taşımaya devam ediyor. Tarım, hayvancılık, su ihtiyacı ve yaşam onun sayesinde sağlanıyor. Nil’in neden verimlilikle özdeşleştirildiğini ve tapınaklarda da Nil’e devamlı atıfta bulunan resimler yapıldığını daha iyi anlıyoruz. Zaten çoğu tapınakta Nil yaşam anahtarı olarak tasvir edilmiş. Güneşin batışında ise Nil nazlı akışıyla bir başka cazibeli görünüyor. Gece ışıklandırılmış Kom Ombo Tapınağı, bir sonraki durağımız. Eskiden tıp fakültesi olarak işlev görmüş. Tapınağın duvarlarındaki rölyeflerdeki tıp aletlerinin bugünkülerle aynı olması şaşırtıcı. Tıpla ilgili çizimlerle dolu tapınak duvarlarını uykulu gözlerle inceliyorum. Türkçesi gayet iyi olan Mısırlı rehberimiz, tapınağın yarısının iyilik tanrısı Horus’a, diğer yarısının da kötülük tanrısı timsah kafalı Sobek’e (Seth) adandığını anlatıyor. Timsah, Nil kıyılarında en çok korkulan hayvan olduğu için her yıl bir tane timsal seçilip krallar gibi hizmet görürmüş.
Krallar Vadisi'nde
Etkileyici tapınak ziyaretinin ardından Luksor yolculuğu için gemi hareket ediyor. Luksor, modern bir şehir olarak karşımıza çıkıyor. Nil yolculuklarının başlangıç ya da bitiş noktası. En önemli tapınağı olan Karnak’ı akşamları açık olmadığı için gezemiyoruz. En az onun kadar etkileyici olan Luksor Tapınağı’ndayız. Kral Amenhotep III’ün büyük bölümünü II Ramses’in süslemelerini yaptırdığı tapınak, akşam ışıklandırmasında muhteşem ve etkileyici. Ramses’in tapınakta ikisi ayakta, dördü oturan toplam altı heykeli var. Tapınağın bir cephesi boydan boya Ramses’in zaferlerine ait tasvir ve yazılarla süslenmiş. Lotus başlıklı sütunları dikkat çekici. Avlu girişinin sağında, orta krallıktan kalma, küçük Teb üçlüsü tapınağı ile sol yanda ve yukarıda 13’üncü yüzyılda yaptırılan Abu al-Haggag Camisi bulunuyor. Avludan sonra koridor halinde uzanan 52 metre yüksekliğinde 14 dev sütun heybetiyle şaşırtıyor. İki saat harcadığımız tapınaktan çıkınca kendimizi şehrin çarşısında buluyoruz. Israrlı satıcılar, tiyatroya dönüşen pazarlıklar sonucu herkes hediyelik eşyalarını alıyor. Diğer şehirlere göre daha modern ve temiz olan Luksor’u gezdikten sonra otelimize dönüyoruz. Kalan enerjimizi ertesi gün gezeceğimiz Krallar Vadisi’ne saklıyoruz. Piramitlerle beraber Mısır’ın belki de en ilgi çeken mekanı. Yeni Krallık zamanında açıkta yaptıkları piramitlerden, tüm hazinelerinin çalındığını gören firavunlar, mezarlarını saklamak için bu vadiyi seçmişler. Vadide içleri birbirinden ilginç ve görülmeye değer 62 mezar var. Bunlardan en eskisi Kral I.Tutmos’a ait. Ölümden sonra yaşama inanan Mısır krallarının gömüldüğü mezarların çoğu mezar hırsızları tarafından soyulmuş. Sadece Tutankhamon’un mezarındaki eşyalar tam olarak bulunmuş. Onlar da Kahire’deki Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Etkileyici süslemeleri bulunan mezarlardan birkaçını geziyoruz ve geri dönüş için yola koyuluyoruz. Nil turuyla adeta eski Mısır’ı yeniden yaşarken, geçmişteki yaşam ve o dönemdeki teknolojiyle ilgili karmaşık düşünceler içinde havaalanına doğru geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz.

Ne yenir?
Mısır’da çok fazla dışarıda yemek yenilmemesi öneriliyor. Mısır mutfağının temel malzemeleri Akdeniz’den, Kızıldeniz’den ve Nil’den yakalanan balık çeşitleri, pirinç, mısır ve Nil Vadisi’nde yetişen sebzeler, deltada beslenen koyunlar ve keçiler. Mısır mutfağı, yabancı hakimiyetinde bulunduğu uzun yıllar boyunca, İran, Arap, Osmanlı, Fransız ve İtalyan mutfakları gibi değişik mutfak kültürleriyle de birbirine karışmış. Mısır halkının yemekleri daha çok tencere yemeği. Tüm baklagilleri kullanarak çok çeşitli ve zengin çorbalar yapıyorlar. Sıcak ülke olduğu için sebze ve meyve ağırlıklı tüketiliyor. Mısırlılar tatlıyı da çok seviyor. En çok bilineni Ommu Ali tatlısı.

Bunlara dikkat!
* Yapışkan satıcılar. Alışveriş yaparken, çok dikkatli olun. Ne fiyat söylerlerse söylesinler, hemen pazarlığa başlayın. 100 dolarlık fiyatı 3 dolara kadar düşürmeniz olası.
* Dışarıdan gıda tüketmeyin. Rehberin tavsiye ettiği restoranlarda ya da otelinizde yemeğinizi yiyin.
* Trafikte dikkatli olun. Çok fazla kural olmadığı için otomobillere ve faytonlara dikkat edin.
* Fotoğraf çektirdiğiniz ya da yol sorduğunuz biri sizden mutlaka bahşiş ister.
* Turistik yerler, tapınaklardaki bekçiler fotoğraf çekerken size yardımcı olmak ya da pozunuzda yer almak isterse sizden ‘bahşiş’ adı altında para talep edecektir.
* Mısır’a giden bekar kadınların erkek satıcılarla konuşurken dikkatli olmaları gerekiyor. Özellikle sarışın olanlar pek çok erkekten evlilik teklifi alabilir.
* Kullanılan para birimi Mısır Pound’u ancak, dolar ve Euro her yerde kabul ediliyor. Satıcıların para birimlerini doğru çevirdiğini kontrol edin.
* Türk olduğunuzu söylediğinizde ‘Yavaş yavaş, Hasan Şaş’ lafına hazırlıklı olun.

New York, New York

Ünlü şarkıcı Frank Sinatra’nın ‘New York, New York’ şarkısıyla bir zamanlar dillere dolandı. ABD’nin en gözde, en çok bilinen şehirlerinden. Onlarca milletten, dinden, ırktan insanı kucaklayıp bir potada eriten bir anne gibi adeta. Devamlı bir insan seli ve kalabalık güruhun kaplıyor şehri. Gökdelen deryasında kendinizi küçücük hissediyorsunuz. Ama şehir kalabalıklığı, hiç bitmeyen hareketi, canlı hayatı ve insan mozaiğiyle sizi adeta kendine çekiveriyor. 170 dilin konuşulduğu şehirden, insanlara ve kültürlere bakışınızı değiştirerek dönmeniz olası…

Beyaz, esmer, zenci, çekik gözlü karışımı insan kalabalığı yeşil ışıkla beraber, göğe karşı adeta yarışırcasına yükselen gökdelenlerin bir köşesinden diğerine hareket ediyor. Diğer yanda trafiğin açılmasını sabırsızlıkla bekleyen devasa taşıtlar, korna sesleri, insan gürültüsü, sirenler… New York’a (NY) ilk gelenlerin kapıldığı şaşkınlıkla, “ne kadar vahşi bir şehir” diye düşünüyorum. Yüzlerce katlı gökdelenlerin arasından kendimi adeta karınca gibi hissederek otelin yolunu bulmaya çalışıyorum. Uzunlu kısalı, farklı mimarilere sahip gökdelen deryası içinde 5. Cadde’yi buluyorum. Mega şehir New York’ta zaten sokak ve cadde isimleri tamamen rakamlardan oluşuyor. Otele girmemle çıkmam bir oluyor. Her ne kadar ilk etapta beni şaşırtıp, korkutsa da New York’un meşhur yerlerini görmek için bir dakika bile kaybetmek istemiyorum. Manhattan, Metropolitan Müzesi, Soho, Özgürlük Heykeli, Central Park, Broadway, Wall Street, Harlem… Filmlerden, gazetelerden, dergilerden aşina olduğum bu mekanları gerçekten görecek olmak beni heyecanlandırıyor.
Pek çok filmin çevrildiği, ünlü filmlere evsahipliği yapan New York, dünyada çoğu kişinin gitmeden de az çok bildiği, kendine yakın hissettiği bir şehir. Banliyöleriyle beraber 21 milyon kişiyi dil, renk, ırk ayrımı yapmadan kucaklayan bir anne gibi. Kalabalıklığı, hiç bitmeyen hareketi, canlı hayatı ve insan mozaiğiyle sizi adeta kendine çekiveriyor. New York, New York şarkısını söyleyen sanatçı Frank Sinatra’nın dediği gibi hiç uyumayan bir şehir New York. Gezdikçe daha fazla yerini keşfetme isteğine kapılıyorsunuz. Yüzölçümü küçük olsa da binaların yoğunluğu ve trafik nedeniyle etrafı görmek bir hayli zaman alabiliyor. Daha önceden bu şehirde yaşayan bir arkadaşımın tavsiyesine uyarak şehri Sightseeing otobüsüyle dolaşmayı seçiyorum, hiç düşünmeden. Gördüğüm ilk duraktan biletimi alarak iki katlı kırmızı double decker’ın en üst katında güzel bir koltuğa keyifle yerleşiyorum. Maceraya hazırlanan bir turist gibi göreceğim yerlerin heyecanı içimi kıpır kıpır ediyor. Kulaklığı da takarak bir yandan rehberin verdiği bilgileri dinlerken, diğer yandan bir elim fotoğraf makinemde her an çekmeye hazır vaziyette çevreyi en ince ayrıntısına kadar görmek için pür dikkat kesiliyorum. Rehber başlıyor anlatmaya: “ABD’nin bir eyaleti olan New York, Manhattan, Brooklyn, Queens, Bronx ve Staten Island olarak beş bölüme ayrılır. New York bir göçmen kentidir. Şehirde yaklaşık 170 ayrı dil konuşuluyor ve her üç kişiden biri ABD dışında bir ülke doğumludur. İngilizce çeşitli aksanlarla konuşulur. İngilizce’nin yanı sıra İspanyolca da yoğun kullanılır.”
102’inci kattan şehir manzarası
Rehber anlatırken tarihinin ne kadar yakın zamana gittiğini, bilgi olarak verdiklerinin de gökdelenler, onların uzunluğu ve sinemadan ibaret olduğunu fark ediyorum. Tur otobüsünün geldiği yer dikkatimi çekiyor. 102 katlı Empire State Binası, şehrin en güzel manzara izlenebilen yeri. Yarım saat burada harcayıp gökdelenin tepesinden gökdelen şehrini izledikten sonra bir sonraki tur otobüsüne yetişiyorum. Bu kez istimaket son ekonomik krizde de bir hayli tartışma konusu olan Wall Street, buradaki bankaları ve borsa merkezini görme fırsatı yakalıyorum. Onlarca banka bu borsa sokağında yer alıyor. 11 Eylül saldırısında çöken Ground Zero (Sıfır Noktası) da otobüsteki herkesin ilgisini çekiyor. Daha önce burada Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri bulunuyordu. Otobüs buradan Manhattan’a geçiyor. Ada şeklinde olan Manhattan’a muhteşem bir köprüden geçiyoruz. O anda izlediğim filmlerin sahneleri aklımdan geçiyor. 1.5 milyon kişi Manhattan’da yaşıyor. Her gün çalışmak için gelen de bir o kadar kişi bulunuyor. Manhattan’ın gökdelenlerinin inanılmaz görüntüler yaratan mimarileri bulunuyor. Köprüden geri dönerek deniz boyunca uzaktan gördüğümüz Özgürlük Heykeli’ne doğru ilerliyoruz. Karşı adaların görüntüsü muhteşem. Otobüsten olabildiğince basıyorum deklanşöre her anı karelerime sığdırıyorum. Rehber, Özgürlük Heykeli’ni yakından görmek isteyenlerin tekne turuna katılabileceğini hatırlatıyor. Ben de bir sonraki gün için bunu yapmaya karar veriyorum. Yediye varan saat farkına karşın her ne kadar gözlerimden uyku aksa da NY’ye ait her şeyi yapma hevesindeyim. Özgürlük heykelinin etkisindeki düşüncelerimden sıyrıldığım anda Central Park’a geldiğimizi fark ediyorum. Göz alabildiğine uzanan parkta inerek biraz doğayla baş başa kalmak istiyorum. Spor yapan, dinlenen New Yorkluları seyre dalıyorum. O arada elimdeki şehir haritasından ünlü Metropolitan Müzesi’nin de parka yakın olduğunu görüyorum. Dinlendikten sonra koşar adımlarla müzeye doğru yollanıyorum. Kocaman müzenin birkaç saatte gezilemeyeceğini fark ediyorum ancak ne kadarını görsem kardır deyip, biletimi alıp dalıyorum içeriye. Sanat müzesinden gördüklerimden etkilenerek çıkıyorum. Tekrar otobüse mi binsem yoksa yakın olan 5’inci caddeye yürüsem mi diye kararsız kalırken, bir süre sonra yürüme kararı alıyorum. Alışverişiyle ve moda merkezleriyle ünlü 5. Cadde’de, en pahalı markalar bulunabiliyor. En büyük mağazalardan biri olan Macy de burada. Hızla yeni kreasyonlara ve albenili vitrinlere göz gezdiriyorum. NY’yle ilgili hatıra eşyalar satan bir mağazadan da alışveriş yapıyorum. Alışveriş için de mükemmel bir şehir New York. Kıyafetten, teknolojik eşyaya her şey Türkiye’dekinden daha uygun fiyatlı, hele bir de indirim dönemine rastlarsanız ya da biraz şehir dışında yer alan outlet merkezlerine gitme şansı yakalarsanız, birkaç valizle dönüyor durumunda bulabilirsiniz kendinizi.
Broadway’de müzikaller
Bir sonraki tur otobüsünü beklerken bir yandan dolaşıp, bir yandan da insanları inceliyorum. Her milletten, dilden, ırktan insanın aynı yerde yaşaması, farklıların ve ötekilerin birlikteliği hoşuma gidiyor. Sokakta yaşayan insanlara da dikkat kesiliyorum. Adım başı dilenen saçı sakalı birbirine karışmış insanlar da görüyorum. Obezler, çok farklı giyimli gençler dikkatimden kaçmıyor. Dünyanın en zengin ve pahalı şehri olan New York, maalesef fakirliği de içinde barındırıyor. Zengin sayısı kadar da fakiri de var. O anda rehberin yaptığı uyarı kulaklarımda çınlıyor: “New York’ta suç oranları çok yüksek. Çantalarınıza her zaman dikkat edin. New York’ta günde, 5 cinayet, 9 tecavüz, 256 soygun, 367 oto hırsızlığı yaşanıyor.” Bu hatırlama sonrasında sokakta gördüğüm dilencilere daha mesafeli yaklaşıyorum. Ve nihayet tur otobüsü de görünüyor. Tekrar kırmızı double decker’ın en üst katına yerleşiyorum. Yorgunluk içinde adeta sızıveriyorum koltukta ama merakım çevreyi incelemeye devam etmemi sağlıyor. İlerleyince Harlem’den geçiyoruz. Zencilerin mahallesi ünlü Harlem basketbol takımıyla tanınıyor. Ama tehlikeli olabileceği gerekçesiyle burayı sadece otobüsten görüyoruz. Bir hayli zaman sonra ise durağımız Times Square oluyor. Burada da tiyatrolarıyla ünlü Broadway bulunuyor. Tiyatroların kapılarındaki gösterimdeki oyunlara bakarak belki gelirim diye plan yapıyorum. Hava kararırken nihayet otelimin olduğu caddeye varıyorum Yorgunluktan dizlerim tutmaz halde, ayaklarım sızlarken yüzümdeki gülümseme gördüklerime değdiğini ispat edercesine sürüyor.

New York’ta ne yenir?
New York’ta her ülkenin yemek kültüründen örnekler görmek mümkün. Restoranlar yerine göre değişmekle birlikte genelde modern ve temizler, geniş mönülere ve değişken fiyatlara sahipler. Fast food'lardan, self-servis restoranlarına, masa servisinden fişli servise kadar çok sayıda çeşidi var. Dünya üzerinde ne kadar farklı mutfak varsa hepsini NY’de bulmak mümkün. New York’lular sabaha pancake, bacon, kızarmış ekmek ve yumurtadan oluşan bir kahvaltıyla başlıyor. Krem peynirli bagel ara öğünlerin gözdesi. Çin restoranları ve pizzacılar da yoğun olarak tercih edilen yerler. Gurme restoranları arasında Balthazar, Babo Ristorante Enoteca, BLT Steak, Daniel, Sylvia’s Restaurant, Time Cafe yer alıyor.

NY’de görülmesi gereken yerler
* Özgürlük heykeli
* Empire State Binası
* Central Park
* Times Meydanı
* Modern Sanat Müzesi
* Guggenheim Müzesi
* Modern Tarih Müzesi
* Wall Street
* Manhattan
* Harlem
* İtalyan Mahallesi
* Trump Tower
* Times Square
* 5.Cadde
* Birleşmiş Millet Binası
* Brooklyn Köprüsü
* Çin Mahallesi

NEW YORK
Ülke: ABD
Yüzölçümü: 1.2144 kilometre
Rakım: 10 metre
Nüfus: Şehirde 8.2 milyon, banliyölerle beraber 21 milyon