25 Aralık 2011 Pazar

Lüks, casino ve eğlence


Çölün ortasında adeta bir vaha. ABD’nin Nevada eyaletinde. Lüks, ihtişam ve büyüklüğüyle bir cazibe merkezi. Eğlence seçenekleri, kumarhaneleri ve otelleriyle her yıl 40 milyon turisti mıknatıs gibi kendine çekiyor. Dünyanın ünlü binalarının benzeri ihtişamlı otelleriyle dünya turuna çıkarıyor. İşte, Las Vegas...

Devasa koridorlardan geçerek asansörün yerini bulmayı başarıyorum. Asansörden inince tam lobiye geldiğimi düşünürken yine kaybolduğumu fark ediyorum ve sinirleniyorum. “Yine mi?” diye kendi kendime söylenirken, ortada dikilen boylu poslu görevlinin yardımıyla nihayet lobiye ve kumarhaneye açılan bölüme varıyorum. Rengarenk kollu makineler, poker masaları, insan kalabalığı birden neşemi yerine getiriyor. Etrafı meraklı bakışlarla süzdükten sonra casino’nun büyüsüne oradakiler gibi ben de kapılıyorum. Kollu renkli makineleri denemeye karar veriyorum. Renkli makinenin başına geçerek, yandaki para girişine beş dolar koyuyorum ve şansımı deniyorum… Amerika’nın Nevada eyaletinde eğlence ve  kumarhaneleriyle meşhur Las Vegas’taki heybetli ve ihtişamlı otellerde bu manzarayı her an yaşamanız işten bile değil. Çöl üzerinde kurulu şehir, dört, beş bin odalı ve farklı temalardaki otelleri, kumarhaneleri, eğlence ve alışveriş merkezleriyle tanınıyor. Kocaman bir cadde boyunca sayıları yirmi beşi geçen oteller dünyanın her yerinden milyonlarca turisti buraya çekiyor. Buradaki otelleri görünce kafamdaki otel kavramını değiştiriyorum.
Venedikte miyim ne?
Las Vegas otelleri, anlatmaya değecek özelliklere sahip. Her otel dünyada tanınan önemli bir mimari eserin benzeri şeklinde inşa edilmiş. Dünyanın cazibe merkezleri olan Venedik, Eyfel Kulesi, New York, ortaçağ şatosu Excalibur, Mısır piramidi şeklindeki Luxor ve daha niceleri... Kalmak için The Venetian otelini tercih ediyoruz. Venedik’in benzeri olarak inşa edilmiş, binlerce odaya sahip. Otelde gondolla tur yapmak bile mümkün. Her otel ayrı bir dünya sunuyor size. Adeta bir kasaba büyüklüğünde, alışverişmerkezi, restoranları
ve eğlence olanaklarıyla günlerce dışarı çıkmadan yaşayabileceğiniz olanakları var. The Venetian’ın alışveriş merkezi Venedik sokakları gibi tasarlanmış. Mağazadan mağazaya geçerken kendimi gerçek Venedik’teymiş gibi hissediyorum. San Marco Meydanı ve büyük kanalları birebir kopya etmişler. Otellerde odanıza çıkmak için mutlaka casino’ların ve alışveriş merkezlerinin önünden geçmeniz gerekiyor. Geçerken de bunların cazibesine kapılıp birkaç saat harcamayan turist de yok gibi.
Otellerde dünya turu
Las Vegas Bulvarı üzerinde sıralanan otellerin hepsi farklı konseptleriyle saatler harcamaya değecek farklılıklar sunuyor. Zaten şehirde yapılabilecek en güzel şeylerden biri de kendi oteliniz dışındaki otelleri gezmek ve farklı konseptleri yakından görmek... Zaten her otelin içine, alışveriş merkezine ve casino’suna dışarıdan girişler serbest. Çevrede çekik gözlü ve Japon olduğunu tahmin ettiğim turistler hayranlık dolu bakışlarla otellerin fotoğrafını ardı ardına çekiyor. Ben de eski Roma temasını kullanan Ceasers Palace’a giriyorum.Kendimi bir anda eski çağlarda hissediyorum. Sağda solda gördüklerimin hayranlığıyla ağzım açık kalıyor adeta. Heybetli, olabildiğince büyük kapıya sahip kocaman otele eski Roma havası hakim. Kapıdaki güvenlik görevlileri bile Roma askerleri gibi giyinmiş. Çok detaylı gezemesem de bu oteldeki gezim birkaç saatimi alıyor. Zaten tam gün harcasam bile otelin her yerini göremeyeceğimi fark ediyorum. Yorulduğumu hissediyorum. Oteller birbirine yakın görünse de bir hayli yürümeyi gerektiriyor. Bir günde çok fazla oteli gezmeye çalışmamak gerektiğini anlıyorum. Ama Las Vegas’ta Strip denilen bulvardaki otellerin
hepsini gezdiğinizde kendinizi küçük bir dünya turu da yapmış sayabilirsiniz. 25 otelin hepsi ayrı bir temayla inşa edilmiş. New York’u, Monte Carlo’yu, Venedik’in kanallarını, Hollywood’un ışıltılı dünyasını burada bulabilirsiniz. Eski Roma’da yemek yedikten ve Mısır piramitlerinin gizemini keşfettikten sonra, dünyanın en ünlü sanatçılarını da seyredebilirsiniz. Mirage, çöldeki vaha temasını kullanmış. Bellagio, su konseptine sahip. Kocaman havuzu var. İçinde müze bile bulunuyor. Su ve ışık gösterileriyle büyüleyici bir atmosfer sunuyor. Ceasar’s Palace, Forum Shops adlı alışveriş merkezine ev sahipliği yapıyor. Ünlü film şirketinin oteli MGM, 5 binin üzerinde odaya sahip. Bulvar üzerinde en son açılan ve en yeni otel Wynn. İçinde sadece 19 restoran olduğunu öğrenince büyüklüğünü kestirmem zor olmuyor.
Yılda 40 milyon insan
Puslu Nevada çöllerinin hemen yakınındaki yapay cennet Las Vegas, beş kilometrelik
bir bulvardan oluşuyor. Havasının kuruluğu başta dudağımı ve cildimi kurutuyor ama zamanla alışıyorum. Yılda 40 milyona yakın turist çekiyor bu yapay cennet. Kuruluş hikayesi de bir hayli ilginç. Burası, 1800’lerde Kaliforniya’ya giden yolcular ve atlar için su ve yiyecek ihtiyacını karşılayan durak yeriymiş. Amerikan hükümetinin 1930’larda Hoover barajını burada inşa etmesiyle şehrin de kaderi değişmiş. Zamanla kumar oynanması resmi hale gelmiş. Şu anda Nevada, ABD’de kumar ve fuhuşun yasal olduğu tek eyalet.
İlk büyük kumarhane El Rancho 1941’lerde kurulmuş. Ama zamanla buradaki mafya devre dışı bırakılarak turistik bir şehir haline getirilmiş ve kumar yerini ‘oyun oynamak’ terimine bırakmış. Ailelere hitap eden tatil merkezine dönüştürülmüş. Güzel ve temalı oteller açılmaya başlanmış. 
Kayıp maaşlar şehri
Yazın sıcaklığın 45 dereceye kadar yükseldiği şehirde 1.5 milyon insan yaşıyor. Çoğu geçimini turizmden kazanıyor. Hatta Las Vegas’ı ‘kayıp maaşlar’ şehri olarak adlandırıyorlar. Şehre bu ismin verilmesi de anlamlı geliyor. Çünkü her an, her yerde para harcama gereği hissediyorsunuz. Çok renkli ortamlar olan birkaç futbol sahası büyüklüğündeki casino’larda zaman kavramını unutarak saatlerce makine başında üçlü işaretleri tutturmaya çalışırken kendinizi bulabilirsiniz. Yaptığım birkaç deneme, makinelerde kazanma olasılığının çok da yüksek olmadığını gösterdi. Sanki makinelerin yazılımları kazanmama üstüne kurulmuş gibi. Zaten her oynayan kazansa Las Vegas’ta işletmeciler nasıl para kazanacak! Öyle değil mi? “Aşkta kazanırım” diyerek kendimi avutuyorum. Zaten yapay cennet ‘aşkta kazanırım’ diye avunan turistlerin paraları üzerinde dönüyor.
Lüksün lüksü
Aklınıza gelebilecek en lüks otel ve hizmeti bulabiliyorsunuz, bu vahada. Sanki dünyadaki kriz ve sefalet hiç buraya uğramamış diye düşünüyorum. Büyüklük, ihtişam, lüksün lüksünü bu şehirde görebilirsiniz. Ama yasak olmasına ve polis tarafından hemen uzaklaştırılmalarına karşın dünyanın her yerindeki adaletsizliğe burada da tanık oluyorum. Köşe başlarında dilenenlere rastlayabiliyorsunuz. Tesadüfen tanıştığım ve orada yaşayan bir Türk’ten, bu ışıltılı dünyanın ötesinde başka gerçekler olduğunu dinliyorum. Birkaç kilometre ötede sefalet de yaşanıyor. Las Vegas’ın turistik kısmı olan bulvar dışında şehir merkezinde içinde fakirinin de olduğu farklı bir yaşam akıp gidiyor. Yani şehrin yerleşik halkı bu kadar lüks içinde yaşayamıyor. Şehrin eğlence ve oteller dışındaki diğer bir gelir kaynağı ise fuarlar. Her yıl onlarca fuarın düzenlendiği şehirdeki en ünlü fuarlardan biri de Tüketici Elektroniği Fuarı yani CES. Vegas, teknoloji firmalarına da ev sahipliği yapıyor. Bazıları burada kuruluyor, bazıları da buraya taşınıyor. Las Vegas’ta dünyanın her yerinden gelen turistlere rastlayabiliyorsunuz. Ama etrafta en çok Uzakdoğuluları görürsünüz. Lüks ve eğlence algınızı
tamamen değiştirecek şehirden ufkunuz genişleyerek ve yeni şeyler öğrenerek ayrılabilirsiniz.

Bir şova gitmek şart
Geceleri ışıltısıyla göz kamaştırıyor, Las Vegas. Burayı ziyaret edenlerin mutlaka şovlardan birine gitmesi de gerekiyor. Hazine Adası (Treasure Island) otelinin tiyatrosunda Cirque du Soleil de Mystere şovu var. New York New York’ ta, Zumanity şov. Her otel konuklarına yönelik olarak su gösterisinden tiyatro gösterisine kadar çeşitli gösterileri bedavaya sunuyor. Ancak şovlara para vererek girmek gerekiyor. Dünyanın en ünlü şovlarını burada izlemek mümkün. Biz de Zumanity’yi tercih ediyoruz. Farklı bir sirk gösterisi şeklindeki şov’da çıplaklık, komedi ve müzik teması bir arada kullanılmış. Seyirciler de sahneye çıkartılarak şova renk ve farklılık katılmış. Bolca güldüğümüz şovdan mutlu ayrılıyoruz.

Tüm dünya mutfakları var
Nevada’nın bir kasabası olan Las Vegas’ta dünya mutfaklarının çok güzel ve leziz örneklerini sunan restoranlara gidebilirsiniz. Amerikan mutfağı dışında Çin, Fransız, Japon, İtalyan, Tayland mutfaklarının en güzel örneklerini burada tadabilirsiniz. Şehrin temasına uygun olarak çok lüks ve pahalı restoranlar var. Las Vegas’taki tek Türk restoranı LV’s Turkish Kitchen. Valentino’s, Renoir, Panda Arizona, Prime, Buffalo’s tavsiye edilen restoranlardan.


Komşi komşi


Yanıbaşımızda, birkaç saatlik mesafede 'komşi' bir ülke. Tarih ve doğal güzellik arayanların dinlenme durağı. 'Komşi' ülke Bulgaristan Filibe ve Sofya gibi şehirleriyle ziyaretçilerine çok şey vaat ediyor. Tarihin eskitemediği Türk yapıları, camileri hala eski günlerden hatıralar taşıyor. Kışın ise Bansko, Borovets, Pamporovo'yla kayakseverlerin gözdesi…

Sınır kapısına vardığımızda, salaş beklerken modern bir geçiş kapısı bizi karşılıyor. Bir süre arabadan kapıyı  incelerken havayolu yerine karayoluyla gitmenin o kadar da kötü bir fikir olmadığını düşünüyorum. Modern kapıdan kolayca geçme planları yaparken, şanssız uygulama bize rastlıyor. Beklediğimiz sıradaki memurun mola saatine denk geliyoruz. Orta boylu, ince ve her halinden sıkıldığı belli olan memur gidiyor ve uzun süre gelmiyor. Bir saat sonra bekledikten sonra sınırdan geçmeyi başarıyoruz… İki ülke sınır kapısı arasındaki fark da net şekilde kendini gösteriyor. Sık sık şakalaşırken ‘komşu’ dediğimiz Bulgaristan’a ilk yolculuğum sırasında, Kapıkule Sınır Kapısı’nda bunları yaşıyorum. Sınırı geçer geçmez, bu Balkan ülkesinin içerilerine doğru akşamın karanlığında son hızla yol alıyoruz. Koyuluğunu artıran gecede yorgunluğun verdiği yarı uyku halinde köyleri, ormanları geride bırakıyoruz. Akşamdan sonra balkonlarında şaraplarını içerek  demlenme alışkanlığı olan Bulgarların evlerinin cılız ışıklarında sokakları, caddeleri birer birer geçip otelimize varıyoruz.  Kalacağımız otel Filibe’de... Bu şehre Bulgarlar, Plovdiv diyor. Şehrin en güzel oteli olan Türk Dedeman’a yerleşiyoruz. Tam adı; Dedeman Trimontium Princess Plovdiv. Geç bir akşam yemeğinin ardından sonraki gün için enerji depolamak amacıyla koşar adım odalarımızın yolunu tutuyoruz.
Üniversite ve sanat
Bulgaristan’ın başkenti Sofya’dan sonraki en büyük şehri, Plovdiv yani Filibe. Kapıkule Sınır Kapısı’na 150 kilometre uzaklıkta. Üniversiteler, kültür, sanat ve fuarlar şehri olarak anılıyor. Zaten şehrin her yerinde sanat havasını soluyabiliyorsunuz. Şehrin eski adını taşıyan otelin önündeki meydana, güneşli havanın da verdiği enerjiyle dağılıyoruz. Hafta sonu olduğu için çevredeki müzik ve sanat etkinlikleri artmış. Meydanın hemen ilerisinde ise kafeler ve mağazalar birbiri ardı sıra uzanıyor. Meydanı keşfedip, kahveleri yudumladıktan sonra tur arabasına geri dönüyoruz. Rehberin yönlendirmesiyle istikamet eski Türk evlerinin bulunduğu eski Filibe oluyor. Yıllara meydan okumuş ve kısmen de restorasyon geçirmiş ahşap, kagir binalarla bir anda kendimi eski İstanbul mahallerinde hissediyorum. Rehberimizden, bu binaların dünya kültür mirası olarak korunmaya alındığını öğrenmek sevindirici. Bir tepe üzerindeki bu mahallenin her sokağına giriyoruz. Mahalle halen eski günlerden hatıralar taşıyor gibi... Her yer buram buram tarih kokuyor. Düşünceleri ve hayalleri bir anda geçmişe götürüyor. Öğlen güneşinin sevecen ışınları altında tepeden manzarayı izliyoruz. Osmanlı’dan kalan diğer eserleri geziyoruz. Burada bir Mevlevihane de var. Camisi yıkılmış olan Mevlevihane’nin diğer kısımları korunmuş ve restore edilmiş durumda. Bugün ise restoran olarak kullanılıyor. 700 bin nüfusu olan şehirde sayıları çok fazla olmasa da Türkler yaşıyor. Rehberimizin şehirle ilgili bilgisine kulak veriyoruz: “Bölge Osmanlı tarafından fethedildikten sonra İzmir, Aydın, Manisa, Konya, Karaman yöresinden getirilen Yörük Türkmenler buraya yerleştirildi. Bölgede Türk nüfus hala varlığını koruyor.”
Balkanların Paris'i...
Roma döneminden kalan stadyumu da görüp fotoğraf çektirdikten sonra otelden valizleri hızlıca alarak  yönümüzü Sofya’ya çeviriyoruz. Yemyeşil doğayı geride bırakarak geniş caddeleri ve ihtişamlı güzel binalarıyla ülkenin başkentine varıyoruz. Planlı yerleşimi ve yeşillikleriyle ayrı bir havası olan şehirdeki komünizm döneminden kalma şekilsiz binaları görmemeye çalışıyoruz. Balkanların Paris’i olarak da anılıyor, Sofya. Burası, 500 yıla yakın Osmanlı yönetiminde kalmış bir şehir. Yeşil parkları dikkat çekiyor. İlk olarak şehrin en önemli meydanlarından birinde bulunan Aleksander Nevski Katedrali’ne gidiyoruz. Kubbesi altından olan Bulgar Ortodoks katedrali, parıltısıyla göz alıyor. Piramid şeklindeki üçgen yapısıyla bizi hayran bırakıyor. Sofya’daki tarihi devasa Aleksander Nevski Katedrali. Binaların çoğu Meclis Binası, Başbakanlık
binası ve müze olarak kullanılıyor. Sofya Üniversitesi ve Milli Kütüphane de görmeye değer. Şehrin merkezi iki taraftan Arslanlı ve Kartal Köprüleri arasında kalıyor. Şehir, İskır Nehri üzerine ve Vitoşa Dağı eteklerine kurulmuş. Vitoşa Dağı’nı şehrin her yerinden görebiliyorsunuz. Kış aylarında özellikle kayak severlerin uğrak yeri oluyor, bu dağ. Sofya, yeşilin her tonunu sunuyor size. Doğasıyla da ziyaretçilerini büyülüyor. Osmanlı yapılarını da az da olsa görmek mümkün. Banyabaşı Camii bunlardan biri. 1566 yılında yapılan cami Mimar Sinan’ın eseri. 1.8 milyon kişinin yaşadığı Sofya’da, merkeze doğru insan kalabalığının yoğunlaştığına tanık oluyoruz. Komünizmin etkilerini silmiş gibi duran ülkede, kadınlar ve erkekler adeta şıklık yarışında. Son modayı takip etmeye çalışan kadınlara, ülkede erkeklerin hepsinde olduğu gibi geniş omuzlu yapılı erkekler eşlik ediyor. İki günde Sofya’nın en güzel ve gizemli yerlerini geziyoruz ve güzel anılarla geri
dönüşe geçiyoruz.
Üç büyük kayak merkezi var
Bulgaristan, kış aylarında özellikle kayakçıların da gözde destinasyonu oluyor. Yeşilli, doğası ve dağlarıyla ünlü ülkede Bansko, Borovets, Pamporovo kayak merkezleri dünyanın her yanından turist çekiyor. Türkler de son yıllarda bu merkezlerin müdavimleri arasına katıldı. Bunlardan en iddialısı Bansko. 2014 Kış Olimpiyatları için de onay almış. 990-2.600 metre arasında her zorluk derecesinde 13 pisti bulunuyor. Borovets ise, Rila Dağları’nın eteklerinde çam ağaçları arasındaki büyük bir kayak merkezi. Burada ise 20 kayak pisti var. Pamporovo ise Rodop Dağları’nda yer alıyor. Toplam sekiz pisti var.

Görülmesi gereken yerler
* Aleksander Nevski Katedraili
* Vitoşa Dağı Milli Parkı
* Rus Kurtuluş Heykeli
* Parlamento Binası
* Sofya Saint Kliment Ohridski Üniversitesi
* Kartallı Köprü
* Kiril ve Metodiy Kütüphanesi
* Koca Derviş Mehmet Paşa Camii
* Ivan Vazov Devlet Tiyatrosu
* Eski Komünist Partisi Binası
* Aleksander Battenberg Mozolesi
* Banyabaşı Camii
* Tük Hamamı
* Tabiat Müzesi
* Tarih Müzesi
* Arkeoloji Müzesi



Çok yahşi bir yer


Hazar Denizi kıyılarında kurulu Azerilerin deyimiyle 'çok yahşi' bir şehir, Bakü. İçeri şehir, Şirvanşahlar Sarayı ve Kız Kalesi’yle ziyaretçilerine tarihi bir ziyafet hazırlıyor. Yeniden yapılanma hamlesi her yerde göze çarparken, şehirdeki düzen, temizlik ve bakım çabası dikkati çekiyor. Eğlence ve alışveriş arayanlar ise alışveriş caddesi Tragovi’ye yollanıyor. Kardeş şehir Bakü, hem yeniyi hem de eskiyi özümsemiş gibi. Sanat her adımınızda sizi takip ediyor. Bu şehirde kendinizden bir parça bulmamanız imkansız.

‘Azerbaycan Republikası’na xoş geldiniz’, ‘xıkış’, ‘yeni yetmelerinizin dişlerini didikleyin’… Bakü havalimanına vardıktan sonra güvenlikten geçer geçmez çevremdeki yazıları gülümseyerek okuyorum. İstanbul’dan bir buçuk saatlik uçuşla ve vize almadan Bakü’ye varmanın mutluluğuna, yazılar eşlik ediyor. Kardeş ülke Azerbaycan’a girişim kolay oluyor. Eski tarz geniş şapkalı, uzun boylu güvenlik görevlisinin ‘Hanım çıkış bu yandan’ yönlendirmesiyle dışarıya yöneliyorum. Şehir merkezindeki otele götürecek arabanın şoförü ve rehberin konuşması da beni bir an duraklatıyor. “Ben kabagda (önde) giderim, sen dala (arkaya) bin.”  Ne demek istediğini kısa sürede çözüyorum. Güzel Azerice’yle, ‘rüzgarlar şehri’ Bakü’ye neşeli bir giriş yapıyorum. Şehir merkezi havalimanından çok uzak değil. Yol boyunca Bakü’nün yenilenen yüzü bana eşlik ediyor. Birbiri ardına yarışırcasına sıralanan plazalar ve yapım halinde olan lüks binalar. Pek çoğunun da müteahhitliğini Türklerin yaptığını öğreniyorum. Başkan İlham Aliyev’in yaptırdığı hem rüzgarı kesmeyi hem de şehrin gelişmemiş bölgelerini kamufle etmeyi amaçlayan duvar boyunca hızla ilerliyoruz. Bir saate varmadan şehrin en lüks yerine konumlanan Hilton otele varıyorum. Burası Bakü’nün yeni yüzünü temsil ediyor. Ama ben tarihin ve şehrin ruhunun peşindeyim. Aceleyle otele yerleştikten sonra rehberin yönlendirmesine bırakıyorum kendimi. Bakü ilk bakışta ışıltılı vitrinleri, düzenli cadde ve sokakları, yemyeşil parklarıyla çok gelişmiş bir şehir izlenimi veriyor. Bakü’nün çekirdeğini oluşturan Azerilerin ‘içeri şeher’ dediği ünlü Şirvanşahlar Sarayı’nın da bulunduğu eski şehre yollanıyoruz. Çevresi yüksek ve güzel işlemeli surlarla çevrili. İşlemeli kapılardan birinden içeri adım atıyoruz. Eski binaları, dar sokakları koşar adım geçiyoruz. Yenilenmiş sokaklar ve binalar, tertemiz yollar beni şaşırtıyor.  Hedefimiz, bugün müze olarak kullanılan Şirvanşahlar Sarayı ve Kız Kalesi’ne ulaşmak. İlk onları görmek istiyorum. Şirvanşahlar Sarayı, 15’inci yüzyılda Şirvanşahlar hanedanının şahı İbrahim Halilullah döneminde inşa edilmiş. Bu saray yakın doğunun en görkemli mimari eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Qız Qalası’yla (Kız Kalesi) beraber dünya mirası listesine de girmiş. Taş avluda çınlayan ayak sesleri beni kendime getiriyor. Dönemin taş ustalığı hayranlık uyandırıcı. Güzel avludan bir merdivenle saray camiine iniyoruz. Sarayın büyüleyici atmosferi tarihin saklı sayfalarına götürüyor bizi adeta.
Şehre Kız Kalesi'nden bakış
Kız Kalesi, Bakü’nün önemli sembollerinden biri. Ama yapım nedeni tam bilinmiyor. Rehberimiz Süleyman, yapımıyla ilgili rivayetler olduğunu anlatıyor. En çok itibar gören efsane ise şöyle: “Eski zamanlarda bu yörelere hakim bir Şah öz kızına aşık oluyor ve evlenmeyi düşünüyor. Zavallı kız babasını bu evlilikten vazgeçirmeye çalışıyor. Babasından kendisi için bir kulenin yapılmasını ve kule tamamlanıncaya kadar düğünü ertelemesini istiyor. Bu sırada kız gönlünü yakışıklı bir delikanlıya kaptırıyor. Delikanlı kızın durumunu öğrenince onu kurtarmaya soyunuyor. Prenses biten kalenin üzerinde yakışıklı delikanlıyı beklemiş. Ancak Hazar’ın dalgaları onu kara sularına gömmüş. Sevgilisinin boğulduğunu gören kız da kendini denize atar ve bu şekilde sevgilisine kavuşur…” Kız Kalesi’nin girişi ücretli. Fakat kulenin tepesine çıktığınızda buna değdiğini görüyorsunuz. Bütün şehri buradan izleyip fotoğraflamak harika hissettiriyor.
Bakü’de harika bir sahil şeridi de var. Bulvar Caddesi boyunca devam eden sahilde Hazar’a karşı derin bir nefes çekiyorum.  Sahilin uzağından görülen petrol gemilerini izliyorum, bir süre. Saat kulesinde de fotoğraf çektirmeyi ihmal etmiyorum. Sahil boyunca dolaşırken, dünyanın en iyi havyarı Beluga’nın da buradan çıkarıldığını öğreniyorum. Dünyada tüketilen havyarın büyük bir bölümü Hazar’dan geliyormuş zaten. Dünyaca ünlü bu balık yumurtası, yalnızca bu denizde yaşayan ‘Huso huso’ ya da mersin balığından elde ediliyormuş. Havyar, mersin balığının türüne, iriliğine, yaşına, yumurtaların büyüklüğüne ve işlenme biçimine göre sınıflandırılıyormuş. Akşam yemeğinde mutlaka denemeye karar veriyorum.
Tragovi'de lüks markalar
Bir sonraki durağımız ünlü alışveriş caddesi Tragovi oluyor. Bütün dünya markalarını bir arada görmek şaşırtıcı geliyor. Arnavut kaldırımlı, düzenli cadde boyunca mağazalar ve restoranlar inci misali sıralanıyor. Pek çok Türk giyim markasının da burada mağaza açtığına şahit oluyorum. Kendimi hiç yabancı gibi hissetmiyorum. Yeşil ağaçlarla çevrili ve yeni restore edilmiş izlenimi veren taş binaların arasındaki geniş yolda lüks markalara bakakalıyorum. Rehber Süleyman’a halkın gelir düzeyini sormadan edemiyorum: “Azerbaycan’da maalesef gelir dağılımı eşitsiz. Çok zenginimiz var. Komünizm ve sonrasında petrolden zengin olan çok. Petrol şirketlerinde çalışan çok yabancı da var. Ama genel halkın gelir düzeyi çok iyi değil. Çok kalifiye olmayan birisi 150 dolara yakın maaş alıyor.” Gelir dağılımındaki eşitsizliği burada da görmek beni mutsuz ediyor. Meydan boyunca ölen eski devlet başkanı Haydar Aliyev’in portreleri ve yazılarına rastlıyoruz. Özdeyiş şeklindeki yazılarıyla Atatürk’ü örnek aldığı izlenimi yaratıyor. Bu sırada bir kafeye oturarak yorgunluk atarken, rehber Süleyman’dan şehrin tarihçesini de dinliyorum: “Bakü’nün anlamı rüzgarlar şehri. Şehir devamlı rüzgarlı. Dört yaşındaki bir çocuğu bile alıp götürecek sertlikle rüzgar oluyor. Kafkasların en büyük ve en önemli kültür ve ticaret merkezi. Şehrin ekonomisi petrole dayalı. 2006’da faaliyete geçen Bakü, Tiflis, Ceyhan Petrol Boru Hattı’nın (BTC) çıkış noktası. Bakü Limanı da Hazar Denizi’nin en önemli limanı. 2010 yılında Avrupa’nın en güzel sekizinci şehri seçilmiş.”  İki günü aşmayan Bakü seyahatimde salaş ve bakımsız bir şehir yerine umduğundan çok daha güzel ve gelişmiş bir şehir bulmanın mutluluğuyla geri dönüşe hazırlanıyorum.

Nizami ve Nesimi’nin şehri
Kahve eşliğinde şehir bilgilerini iyice özümsüyorum. Bakü’yü gezmişken sanattan söz etmemek imkansız. Hipnotize olmuş gibi izlediğim insan kalabalığından sanatçı ve iyi eğitimli bir millet algısına ulaşıyorum. Bakü aynı zamanda sanatın önemli olduğu bir yer. Müzik, tiyatro, kütüphane ve sinemalara sıkça rastlanıyor. Pek çok müzisyenin buradan çıktığını anımsıyorum. Sanattan söz açılmışken, Nizami, Nesimi ve Fuzuli’yi de soruyorum, rehbere. Azerbaycan’ın Gence şehrinde doğan Nizami’nin heykeli büyük bir meydanı süslüyor. Türk dünyasının ünlü şairlerinden. İlk kez Leyla ve Mecnun’u mesnevi şeklinde yazmış. Hamse, Beş Mücevher, Yedi Güzel ve İskendernama adlı mesnevileriyle tanınıyor. Divan edebiyatı şairi Fuzuli de şiirlerini Azeri şivesiyle yazmış. Üslubu ve temaları kendinden sonraki şairlere ilham vermiş. Azeri sahasında yetişmiş diğer bir ünlü şair ise Nesimi. Ülkenin Şamahı şehrinde doğmuş. Azeri dilinde şiirin ilk güzel örneklerini veren isim olarak tanınıyor.

Yemeklerde yabancılık çekilmiyor
Azeri yemekleri konusunda hiç yabancılık çekmiyorum. Bakü Televizyon Kulesi’nden sadece devlet yetkililerinin misafirlerinin ağırlandığı restorana zor da olsa rezervasyon yaptırıyoruz. 360 derece dönen restoranda nefis Azeri yemeklerinin tadına bakıyorum. Bir yandan Hazar Denizi’ne tepeden kadeh kaldırıyorum. Azeri mutfağı, Avrupa ve Ortadoğu mutfaklarından etkilenmiş. Dovga denilen ince kıyılmış ıspanak, dereotu ve kişnişli yoğurt çorbasıyla başlıyorum. Farklı adlardaki pilavlar ve nihayet çok istediğim Beluga havyarını deniyorum. Ekmekte tereyağının üzerine sürdüğüm havyarın tadına doyamıyorum. Diğer yemekler Türk mutfağıyla çok benzeşiyor. Dolma çeşitleri, pilavları, hamur işleri var. Farklı olarak kişniş, safran gibi baharatları bolca kullanıyorlar. Koyun etli yemekleri çok fazla. Pitisi denen koyun eti, nohut, patatesle hazırlanan güvece bayılıyorum.








Kendisi küçük, doğası ve zenginliği büyük


Avrupa’nın tarafsız ülkesi İsviçre... Doğal güzellikleri ve tarihiyle ziyaretçileri için adeta bir görsel şölen hazırlıyor. Dünyaca bilinen Alp dağlarında ve her bölgesinde, yeşilin bin bir tonu var. Dağlarla birleşen gölleri, her zaman karla kaplı zirveleriyle görenleri hayran bırakıyor. Görsellik, doğal güzellik ve manzarada Avrupa'nın en iyisi. Aynı zamanda dünyanın en önemli kayak merkezlerinden biri.

Her yeri kaplayan karlara inat, yeşilini dışa vuruyor doğa. Yükselen dağları hayranlıkla izlerken, birden vardığımız sert yamaçtan aşağıya bakıyorum. Korkumu belli etmemek için geri dönüyorum. Bölgeye çok alışkın ve gördüklerinden etkilenmeyen bir tavırla, ince ve uzun boylu sürücü korktuğumu anlıyor. Otomobili biraz daha yavaş sürmeye başlıyor. Dağdan yukarı çıkan zorlu ve virajlı otomobil yoluyla olabilecek en yüksek noktaya varıyoruz. Tedirginlik dolu anların ardından karlar altındaki yeşilin olabilecek her tonunu görmenin mutluluğu içindeyim. Vardığımız noktadan aşağıdaki enfes manzarayı seyre dalıyorum. Karşı yamaçtaki dağın eteklerinde kayak yapanları hayal meyal seçebiliyorum. Ama hayranlık veren doğanın sert ve haşin görüntüsü oluyor. En altta olabildiğinde yayılan ve sertçe akan nehir ve uçurumu andıran yamaç. Kayalık ve olabildiğine dikey arazi. Kayaların yola düşmemesi, insanlara zarar vermemesi için tellerle koruma altına alınmışlar.Adeta her kayayı çelik tellerle bağlamışlar.Çıktığımız dağın başında derin nefes alarak temiz havayı ciğerlerime çekerken, gördüğüm her güzelliği fotoğraf makinemle ölümsüzleştiriyorum. Küçük moladan sonra aşağıya inerken, bölgenin coğrafi yapısını Karadeniz Bölgesi’nin doğasına ve yapısına benzetmeden edemiyorum. Ama burası Avrupa’nın en önemli dağlarından biri olan Alpler. Bu manzara ise İsviçre’nin kantonlarından biri olan Uri’de.
‘İnek’ amblemli kanton
İsviçre’nin en büyük şehirlerinden ve dünyanın finans merkezlerinden biri Zürih. Bu şehre yaptığım iş seyahatini birkaç gün uzatarak Uri kantonunda bulunan akrabalarımın yanına gitmek için yola koyuluyorum. Zürih, adını şehri boydan boya sarmalayan Zürih Gölü’nden alıyor. Bu göl üzerinde sayısız köprü var. Şehirde yaşayanların, finans merkeziyle ilgili anlattıkları ‘olamaz’ dedirtecek türden: “Finans merkezi şehirde, bankaların kasaları gölün altında. Şehrin altında da bir şehir var adeta. Özellikle gölün altı,  işlenerek bankaların kasalarını koymalarına uygun hale getirildi.”
Çoğunluğu işle geçen Zürih seyahatimin ardından Uri yolunu tutuyorum.Yol boyunca İsviçre’nin gerçek güzelliklerini, dünyaca ünlü kayak merkezlerini ve doğasını görme şansı yakalamak güzel. İsviçre, 26 kantondan oluşan federal bir ülke. Her kantonun ayrı bir parlamentosu ve bayrağı var. Uri kantonunun bayrağının ‘inek’ amblemli olduğunu görmek beni eğlendiriyor. Avrupa’nın ‘tarafsız’ ülkesi olan İsviçre, küçük ve şirin bir ülke.Türkiye’deki Marmara Bölgesi kadar bir alan üzerine kurulu. Yüzölçümü küçük olsa da zenginliğinin büyük olması şaşırtıcı. Ülkeyi bir baştan bir başa gezmek beş saati bile bulmuyor. Zürih’ten akrabalarımın bulunduğu Uri eyaletine gidiş de iki buçuk saatimi alıyor. Bölgeyi keşfederek ve molalar vererek yaptığım yolculuk dört saate çıkıyor. Uri, Almanya sınırında, hakim dil Almanca. Otomobille yarım saat daha gidince Almanya’ya varabiliyorsunuz. İsviçre’nin her kantonunda ayrı bir dil konuşuluyor. Fransa sınırına yakın Cenevre ve diğer Fransız şehirlerinde Fransızca. İtalyan sınırındaki Lugano ve Bellinzona’da ise İtalya konuşuluyor. Zaten ülkenin resmi dilinin dört tane olduğunu öğreniyorum. Almanca, İtalyanca, Fransızca ve küçük bir kitlenin konuştuğu Romanş. Şoför,  ülkede devlet kurumlarında çalışabilmek için dört dili bilmek gerektiğini anlatıyor.
Doğadan görsel şölen
Yol boyunca doğal güzellikler hayranlık uyandırıcı. İsviçre’nin, Avrupa’da görsellik, doğal güzellik ve manzara açısından en mükemmel ülke olduğunu düşünmeden edemiyorum. Muazzam doğa manzarası adeta başımı döndürüyor. Dağlarla birleşen göller, yeşilin bin bir tonu, dere ve nehirler, her zaman karla kapı dağların zirveleri, mükemmel bir görsel şölen sunuyor. Yolculuk sırasında dünyanın en büyük ikinci tüneli unvanına sahip tünelden de geçiyoruz. Dağlara ve sert doğaya karşın İsviçre’de her yer adeta işlenerek mükemmel otobanlar oluşturulmuş. Nasıl geçtiğini anlamadığım yolculuğun ardından akrabalarımın evine varıyorum. Sevinç gösterileriyle karşılanıyorum. Hemen yemeğe oturtuluyorum, sohbet, yorgunluk kahvesi derken, çok merak ettiğim diğer kantonları da gezme sözü olarak uykuya dalıyorum. Sabah dinlenmiş şekilde, horoz sesi ve inek homurtularıyla uyanıyorum. Çevrede inek beslenebiliyor. Sabah sisi çevredeki inekleri görmemi ilk başta engelliyor. Sis açıldığında ileriki bahçedeki güzel inekleri gülerek bakıyorum. Yemyeşil ve bozulmamış doğasıyla İsviçre, hayvancılığa da uygun bir yapıya sahip. Kahvaltının ardından ailenin İsviçre’de doğan oğlu Cüneyt, diğer şehirleri bana gezdirmek için gönüllü oluyor. Annesi Hatun da, “çok gördüm ama bir kere de senle gidelim” deyip peşimize takılıyor.
Hızlı yolculukta ilk durağımız Cenevre oluyor. Leman Gölü kıyısındaki Cenevre’yi, şıklık, lüks ve kalite kelimeleri en güzel açıklar sanırım. Fransızca konuşulan şehirde Fransız havası hakim. Bizi kendine çeken gölün kenarında mola vererek, yürüyüş yapıyoruz. Feryat, figan kuğulara ekmek atıyoruz. Cenevre, saat, mücevher, çikolata ve tatlı merkezi olarak anılıyor. Merkezde mağazaları gezerken çikolata ve saat alışverişi yapıyorum. Cenevre’yi gezmek birkaç saatimizi alıyor. Oradan ver elini başkent Bern. Bern, tarihi, kültürü, ortaçağdan kalma binaları ve İsviçre’ye özgü dağ manzarası ile güzel bir şehir. Sokaklarında fayton ile gezilebiliyor. Sakin, eski bir yerleşim yeri.  Ama başkent olmasının getirdiği ağır bürokrasi havasını da solumadan edemiyoruz.
Görme şansı elde ettiğim diğer bir şehir ise Basel. İsviçre’nin Almanca konuşulan bölgelerinden. Sanayi şehri olmasının getirdiği sevimsizlik ilk başta soğuk gösteriyor. Ancak keşfettikçe asıl güzelliklerini görüyorum. Şehirde çeşitli kimya fabrikaları var. Birçok kimyevi ve ilaç markasının merkez fabrikası burada. Şehirdeki göl ve köprüler ise, sanayi kimliğini yumuşatıyor. Tarihi, üçgen çatılı evlerinin arasında dolaşırken bütün algımız değişiyor. Basel, fuarlar yanında sanata verdiği önemle de öne çıkmış. Kocaman tiyatrosu ve sanat merkezleri bulunuyor. Ve dönme vakti yaklaşıyor. Bu kadar güzel şehrin ardından geldiğimiz yolu geri dönüyoruz. Eve vardığımda yorgun ama hayal gücümü artıran doğal güzellikler nedeniyle bir hayli mutlu görünüyorum.


Geleneksel yemeği fondü
Eritilmiş peynir anlamına gelen fondü, İsviçre’ye özgü bir yiyecek. Fondüsüyle ünlü restaurantta, masamızın üstündeki alkol dolu, küçük ocak tutuşturuluyor. Zaten kaynamış olarak gelen bu iki derin tava başlıyor fokurdamaya.  Fondü, kaynıyor, siz de ekmek banıp yiyorsunuz. Çikolatalı, sade ve domatesli türleri de var. Sivri iki ucu bulunan çatala ekmeği geçirip, fondü’yü karıştırıyoruz, peynire bulanan lokmayı üfleyerek yiyoruz. Fondü’yü onunla beraber servis edilen küçük haşlanmış patateslerin üzerine koyarak da yemek mümkün. Ancak genellikle ekmek banarak yeniyor. Raklet, İsviçre çiftçi çorbası, sosisli lahana, lahana böreği de ülkenin diğer lezzetleri arasında.

İsviçre

Konum:Fransa’nın doğusunda, İtalya’nın kuzeyinde.
Yüzölçümü: 41 bin kilometrekare
Arazi yapısı: Çoğunlukla dağlık, ovalar ve büyük göller var.
Nüfusu: 7.5 milyon
Nüfusun dağılımı: Yüzde 65 Alman, yüzde 18 Fransız, yüzde 10 İtalyan, yüzde 1 Romen, yüzde 6 diğer.
Din: Yüzde 41 Roma Katolik, yüzde 35 Protestan, Yüzde 1.8 Ortodoks, yüzde 4.3 Müslüman.
Başkent: Bern
İdari Bölümler: 26 kantondan oluşuyor.
Para birimi: İsviçre Frankı









Adriyatik'in inci gibi şehri

Doğası, denizi ve tarihiyle dünyanın çekim merkezi. Ortaçağ’dan kalma bir sığınak sanki. Küçük ve şirin mi şirin bir şehir. Dubrovnik, turizmde yeni gözde destinasyonlardan. Şehrin kalbi surlarla çevrili bölümde atıyor adeta. Ortaçağ’daymış hissi uyandıran şehir, Adriyatik’in incisi adalarıyla da ilgi görüyor. Deniz mahsulleri, şarabı ve yerli içkisi rakıjayla ziyaretçilerine her anlamda çok şey vaat ediyor. 

Adriyatik Denizi sahilinde tüm albenisiyle uzanan sevimli bir tatil şehri. Bir yanda yakamozların oynaştığı bol girintili çıkıntılı sahil, diğer yanda tarihin tüm gizlerini sunmak için bekleyen taş binalar ve mermer sokaklar. İnsan kalabalığının içinde yalpalayarak kalacağım otele varıyorum. Nihayet, uzun zamandır hayalini kurduğum Hırvatistan’ın Dubrovnik şehrindeyim. UNESCO Dünya Mirası listesinde ‘Adriyatik İncisi’ olarak yer almış olağanüstü güzellikte şirin bir şehir buluyorum karşımda. Deniz kenarındaki otel ve sıfır deniz manzarası bütün yol yorgunluğumu unutturuyor. Valizi yerleştirirken denizin çağrısına daha fazla dayanmam mümkün olmuyor. Otelimiz Dubrovnik Palace, şehrin en güzel plajlarının birinin hemen yanında mükemmel bir konumda. Bir saatlik deniz molası keyfimi iyice yerine getiriyor. Hırvatistan’ın gözde tatil beldesi Dubrovnik’le ilk tanışmam denizle oluyor. Güneş ışınlarını bir anne misali yavaş yavaş kendine doğru çekmeye başlarken, ben de tembel hareketlerle akşam yemeği için hazırlanmak üzere odama yollanıyorum. Şehirdeki her otel beş yıldızlı değil tabii ki yerli halkın çoğu evini pansiyon olarak kullanıyor. Dubrovnik ilk bakışta bana eski bir Ortaçağ şehri hissi veriyor. Zaten o dönemden kalan yapılar yıllara meydan okurcasına sapasağlam ayakta duruyor. Turistlerin akın akın gittiği özellikle eski şehir bölümü zaman kavramımı alt üst ediyor. Modern kıyafetleriyle turistler de olmasa kendinizi tarihin en gizemli dönemlerinde hissetmeniz içten bile değil.Tarihi surların çevrelediği eski şehir ve buradaki Stradun Caddesi (Placa) keşfetmeye değer. Caddenin her iki yanında uzanan taş binalar ilgi çekici. Akşam yemeği öncesi caddeyi hızlıca turluyoruz. Şehirde en görkemli yapı yüksek ve aşılmaz surlara sahip görünen kalesi. Adeta bir çekim merkezi. Surlara tırmanmak ve şehri tepeden görme isteğimi bir sonraki güne bırakıyorum. Tarihi devasa kiliseler, çeşmeler, saraylar ve kalabalık caddeleriyle şehir tam hayallerimdeki gibi çıkıyor. Akşam yemeği için restoranımıza varıyoruz. Dubrovnik’te tabii ki balık yemek gerekiyor. Tavsiyeye uyuyoruz. Kocaman bir deniz kabuklusu tabağı geliyor. Kerevitten ıstakoza her şey var. Ançüez kızartma, sardunya ve istiridye. Enfes Hırvat şaraplarını yudumlarken mutlaka dönerken almalıyım diyorum. Rakija ise yerel içkileri, tadı oldukça sert geliyor bana. Dubrovnik, sanat ve eğlenceyi bir arada sunuyor. Gece hayatı da bir hayli renkli. Hemingway, Troubadour, Karaka Arsenal barları eğlenmek isteyenlerin durağı oluyor. Elimdeki küçük tatil kitabından şehrin tarihini okuyorum. Adriyatik kıyısındaki Dubrovnik’in Latince adı Ragusa. Ortaçağ’da liman ticareti merkezi olarak kurulmuş. O dönemlerde en yoğun limanlardan biriymiş. Venedik’e rakip olacak kadar ticaret hacmine ulaşmış. 15 ve 16’ıncı yüzyılda ise Hırvat dili ve edebiyatının, şairin, oyun yazarının, ressam ve bilim adamının toplandığı bir kültür başkenti halini almış. Bir zamanlar Adriyatik Denizi’ne kıyısı olan en büyük şehirlerden biri olması nedeniyle de pek çok kilise, manastır ve mimari yapıya sahip. 1991’deki Sırp saldırılarından da nasibini almış. Sırpların hasar verdiği yerler yeniden yapılsa da bazı binalardaki kurşun izleri bilerek bırakılmış. Şehrin 40 binin üzerinde olan nüfusu yazın dört beş katına çıkıyor.
Şehrin kalbi surların içinde atıyor
Şehirdeki ikinci günümüzde sabah denize girip, günü şehri keşfetmeye adıyoruz. Rotamızı eski şehre çeviriyoruz yeniden. Eski şehir gündüz gözüyle başka güzel. Surların içinde Ortaçağ’dan kalma bir şehir bizi bekliyor. Şehrin adeta kalbi burası. Taş binalar, meydanlar, güvercinler. Hareketli kalabalık mıknatıs misali içine çekiyor bizi. Ana caddenin yan sokaklarına dalıyoruz. Daha az bilinen gizemli sokaklar ve meydanlar bizi bayağı uzağa götürüyor. Eski şehrin içinde bulunan surları gezmek 8-10 Euro arasında. Surlardan görünen manzara sıcağın alnında emeğimize ve verdiğimizi paraya değiyor. 25 metre yüksekliğinde ve 6 metre kalınlığına ulaşabilen ve 16 burcu olan surlar hem deniz hem de şehir için şahane bir manzara sunuyor. Sağda Adriyatik’in serin sularında yol alan tekneler, solda ise kırmızı kiremitli çatılar ve Ortaçağ havası veren manzaraya bakakalıyoruz. Sur gezisinin ardından sıcak nedeniyle herkesin yaptığı gibi biz de çeşmelere yöneliyoruz. En ilginci ve en büyüğü Onofrio çeşmesini inceliyoruz. Çeşmenin karşında Fransisken Manastırı yer alıyor. Manastırın en önemli özelliği Avrupa’nın en eski eczanesi olarak adlandırılan bir ilaç laboratuvarının bulunması. Daha sonra Ortaçağ yapılarının gölgesinde dinlenme şansı buluyoruz. Eski şehrin bulunduğu Stradun Caddesi’nde yılların eskitemediği saat kulesi, çeşme, manastır ve saray gibi en önemli tarihi eserler birbiri ardına sıralanıyor. Şehir, dik ve kıvrımlı caddeleriyle yüzlerce yıllardır olduğu gibi labirent şeklini koruyor. Tarih ziyafeti sonrasında günün yorgunluğuyla otelimize geri dönüyoruz.
Üç ada turuyla Dalmaçya
Dubrovnik’teki üçüncü günümüzü adalara ayırıyoruz. Tekne turuyla ver elini adalar. Adriyatik Denizi’ndeki irili ufaklı binlerce adayı yakından görebilmek isteğiyle bir tur şirketiyle anlaşıyoruz. Bunun için en doğru adres olan limana varıyoruz. Artan kalabalıkta teknemize yeni maceralara açılma hissiyle adım atıyoruz. Üç adalar turundayız.Tur tekneleri bir an Antalya’daymış hissi uyandırıyor bende. Gümbür gümbür çalan müzik eşliğinde şehrin surları yavaş yavaş görünmez oluyor. Kıyıdan uzaklaşıyoruz. Dalmaçya kıyılarını ölümsüzleştirmek istercesine fotoğraf makinesini hiç bırakmıyorum elimde. Benim gibi olan insan sayısının fazlalığı deklanşör seslerini birbirine karıştırıyor. Küçük adacıkları birer birer dolaşıyoruz. Denize girme şansı da var. Önce Lopud, sonra Sipan en son Kolacep. Üç adayı da keşfedip nefis balık ve şaraplarla güzel bir gün geçiriyoruz. 375 kilometrelik Dalmaçya kıyılarının bir kısmını bile görmek yetiyor. Kıyıda 1700 civarında ada ya da adacık bulunuyormuş. Tekne geri dönüşe geçerken tura katıldığımıza çok memnun kalıyoruz.


Görmeden ve yapmadan dönmeyin
* Kale surlarının içinde kalan eski şehri mutlaka gezin
* Surlara çıkıp yürümek ve manzara izlemek
* Fransisken manastırı ve en eski eczane
* Saat kulesi ve saray
*Ada turuna çıkın
* Hırvat şarapları ve yerel içkisi rakıjayı deneyin
* Peynirleri ve deniz ürünleri denemeye değer
* Hemingway, Troubadour, Karaka Arsenal barlarda gece hayatına tanıklık edin
* Deniz ürününden sıkılanlar mutlaka kuzu çevirmeyi denemeli

HIRVATİSTAN
Başkent: Zagrep
En turistik şehri: Dubrovnik
Para birimi: Kuna
Nüfusu: 4.5 milyon
Dil: Hırvatça
Komşuları: Bosna Hersek, Macaristan, Sırbistan, Karadağ, Slovenya İklim: Akdeniz ve kıtasal