25 Haziran 2010 Cuma

Slav şehirlerinin anası

Türkiye’nin kuzey komşusu Ukrayna’nın başkenti, Kiev. Dinyeper Nehri kıyılarında nazlı nazlı uzanıyor. Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri. Slav şehirlerinin anası olarak tanımlanıyor. Kiev’in merkezinde, geçmişin izlerini her yerde hissetmek mümkün. Aynı zamanda önemli bir tiyatro ve bale merkezi. Kiev, bugünlerde komünizm döneminden yeni döneme geçişin sancılarını yaşıyor.

Gri ve devasa binaları, büyük caddeleri, tüketim çılgınlığına tutulmuş gençleri, markaların yarışına sahne olan mağazalarıyla Kiev, birçok tarihi şehrin geçirdiği dönüşümü yaşıyor. Bir yanda komünizm döneminden kalan soğuk ve bakımsız binalar, diğer yanda ise uzay üssünü andıran yeni moda plazalar. Her köşe başındaki McDonalds’lar, Ferrari montlarla ellerinde biralarla sokaklarda cirit atan gençler, Kiev’in ünlü caddesi Khreshchatik’te hemen göze çarpıyor. Karadeniz’in karşı kıyısında yer alan Ukrayna’nın başkenti. Kiev, bale ve tiyatrolarıyla ünlü. Ama günümüzde daha çok zenginleri ve enerji kaynaklarıyla adından söz ettiriyor. Bir de Turuncu Devrimi ve devrimin kadın kahramanı ilginç saç modeliyle ünlü Yulia Timoşenko. Dünyanın en büyük zenginlerinin yaşadığı şehirde, başka ülkelerde görülemeyecek en lüks marka otomobilleri ve mağazaları görünce şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz. Diğer yanda, 100 dolarlık emekli maaşıyla geçinemediği için sokaklarda dilenen yaşlılar ise, gelir dağılımındaki eşitsizlik bakımından Kiev’de de durumun farklı olmadığının ipuçlarını veriyor.
Stalin'den kurtarılan kiliseler
Ukrayna’nın en büyük şehri Kiev, İstanbul’a sadece bir buçuk saatlik uçuş mesafesinde. İki ülke arasında saat farkı yok. Havaalanından şehre doğru ilerlerken göz alabildiğine boş ve geniş topraklar ilgi çekiyor. Yüzde 70’i ekilebilir arazi olan Ukrayna topraklarının oldukça verimli ve özellikle de organik tarım yapmak için çok elverişli oldukları söyleniyor. Dinyeper Nehri kıyılarında uzanan Kiev’in nüfusu üç milyona yakın. Şehirdeki mimari anıtlar dünya hazinesi olarak tanınıyor. Slav kültürünün temsilcisi Kiev, Ortodoksların hac ve çok çekici bir turist merkezi. Büyüleyici ve güzel manzaraya, parklara ve bahçelere sahip.Tarihi 11’inci yüzyıla dayanan Saint Sophia Katedrali, muhteşem mozaik ve freskleriyle herkesi kendine hayran bırakıyor. Kiev’in Altın Kapısı’nın geçmişi 1037 yılına gidiyor. Ukrayna’nın Barok mimari tarzındaki kilisesi Saint Andrew, Saint Vladimir Katedrali diğer tarihi yapıları. Kiev’de rehberlik yapan Alla (50), Stalin döneminde birçok tarihi kilisenin yıkıldığını sadece bunların ayakta kalabildiğini anlatıyor.
Tiyatro ve bale merkezi
Başka birçok çekici esere sahip olan Kiev, Ruslar ve Ukraynalılar tarafından ‘Slav şehirlerinin anası’ olarak tanımlanıyor. Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri olan Kiev’in merkezinde geçmişin izlerini her yerde hissedebilmek mümkün. Tiyatro tutkunları şehirde çeşitli tiyatro seçeneklerini bulabiliyor. Yeni restore edilen Kiev Opera Evi, çok güzel opera ve balet repertuvarlarına sahip. Franko Tiyatro’su, Ukrayna’da drama, komedi ve müzikallerin merkezi. Şehirdeki müze ve sanat galerilerinde ise görülebilecek birçok sergi var. Ukrayna’nın en büyük şehri olan Kiev, aynı zamanda ülkenin endüstriyel ve ticaret merkezi. Metalurji, makine ekipmanları, kimya, endüstrisi güçlü. Bugünlerde şehirde yükselmeye başlayan yeni ofis merkezleri, bankalar, fuar merkezleri ve diğer ticari girişimler gözden kaçmıyor.
Üç erkek kardeş kurdu
Ukrayna’nın en önemli kültürel, bilimsel ve endüstriyel merkezi olan Kiev, efsaneye göre, beşinci ve altıncı yüzyıllarda üç erkek kardeş, ‘Kyi’, ‘Schek’, ‘Khoryv’ ve kız kardeşleri ‘Lybed’ tarafından kurulmuş. Şehre en büyük erkek kardeş Kyi’nin ismi verilmiş. Kyiv, Kyi’nin şehri anlamına geliyor. Ukraynaca’da Kyiv, Rusça’da Kiev olan şehir Sovyet döneminden beri Rusça ismiyle daha çok tanınıyor. Dokuzuncu yüzyılda doğulu Slavların politik merkezi olan Kiev’e, Ortodoks Hristiyanlığı Prens Vladimir getirmiş. Kiev, 11 ve 12’inci yüzyıllarda en güçlü devrine ulaşarak, Hristiyanlığın doğudaki en büyük medeniyet merkezi olmuş. 14. yüzyılda, Litvanya’nın kontrolüne, 17. ve 18. yüzyılda Rus hakimiyetine girmiş. 1918’de Rus İmparatorluğu’nun bitişi ve Bolşevik İhtilali sonrasında Sovyetler Birliği’nin bir parçası olmuş. 1991’de Sovyetler Birliği’nin düşüşünden sonra özgürlüğünü kazanmış. Bu tarihten beri de hem Kiev, hem de Ukrayna yeni bir dönemi yaşıyor.
Kadın nüfusu fazla
Doğum ve evlilik oranının düşüklüğü ülkede önemli bir sorun. Diğer bir sorun ise, kadın nüfusunun erkeklere oranla bir hayli fazla olması. Ülke nüfusunun yüzde 63’ü kadın, yüzde 37’si erkeklerden oluşuyor. Zaten gezdiğiniz her yerde kadınların hakimiyetini görebiliyorsunuz. Uzun boyları ve güzellikleriyle tanınan Ukraynalı kadınlar, ülkede her yerde hakim oldukları izlenimini veriyor. Hemen her işte çalışıyorlar. Hepsi de modayı takip etme yarışında. Rehberimiz Alla (50), kadınların sayısının fazla olmasının ülkede sorun yaratmadığını söylüyor: “Kadınlar çalışıyor ve kendilerine yetiyorlar. Artık bekar annelik de moda oldu. Erkeklere ihtiyaç duymuyorlar.”

Nasıl gidilir?
Ukyrayna'nın başkenti Kiev’e gitmek için Ukrayna Konsolosluğu’ndan vize almak gerekiyor. Türk Havayolları’nın tarifeli uçağıyla Kiev’e gitmek bir buçuk saat sürüyor. Düzenli ve adeta cetvelle çizilmiş bir yapılaşma sistemi bulunan Kiev’de ulaşım, tren, treleybüs, tramvay ve taksilerle sağlanıyor. Eski komünist ülkelerin birçoğunda olduğu gibi önünüzden geçen herhangi bir aracı çevirerek para verip istediğiniz yere gidebilirsiniz. Yeni ve modern alışveriş merkezlerine sahip Kiev’de, dünyanın en lüks markalarını bulabilirsiniz. Ama daha uygun fiyatlı alışveriş için yeraltı geçitlerinde bulunan mağazaları tercih etmenizi tavsiye ederim. Shevchenka Bulvarı, Kreschatik ve Kranoarmeyskaya Caddesi’nde güzel hediyelik eşya ve votka satan dükkanlar bulabilirsiniz. Matruşka ve el sanatları ürünleri en güzel hediyelikler arasında.Ukrayna’nın para birimi Hryvnia (krivniya). Ama dolar da her yerde kabul ediliyor. Hemen yerde bulunan nakit para çekme makinelerinden kolayca dolar ve Euro çekebiliyorsunuz. Güvenli bir şehir olan Kiev’de suç oranı çok düşük.

Ne yenilir?
Kiev’de hem geleneksel Ukrayna yemekleri yapan, hem de İtalyan, Fransız mutfaklarının olduğu restoranlar var. Restoran, bar ve kafeler şehrin her yerinde mevcut. Ukraynalılar balık ağırlıklı besleniyor. Somon balığının her türünü restoranlarda bulmak mümkün.

Renklerin ve güneşin ülkesi

Fas, bir Kuzeybatı Afrika ülkesi. Renkleri ve tarihiyle göz dolduruyor. Hollywod klasiklerinden Casablanca filminin çekildiği Kazablanka şehri, başkenti Rabat, turistik bölgesi Marakeş'le gezginlere çok şey vaat ediyor. Diğer Afrika ve Arap ülkelerinin aksine modern bir ülke. Fas'ta, sanılanın aksine çöl bulunmuyor. Fas, tam bir renk ve güneş ülkesi.


İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanları. Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlow, Alman konsantrasyon kampından kaçarak Kazablanka'ya gelir. Amacı yakalanmadan Lizbon'a, oradan da Amerika'ya iltica etmektir. Fakat bütün umutları, şans eseri Kasablanka'nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick'e bağlanmıştır. Rick, kaçış için gerekli olan pasaportlara sahip tek kişidir. Öte yandan Rick'in, Victor'un yakalanması ya da ölmesi için önemli bir nedeni vardır. Victor'un karısı Ilsa, Rick'in bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkıdır...
Humphrey Bogard ve Ingrid Bergman'ın başrollerini oynadığı Hollywood klasikleri arasında yer alan 'Casablanca' filminin sahnelerinin çoğu filme de ismini veren Kuzey Afrika ülkesi Fas'ın ticaret merkezi Kazablanka'da geçer. Türk Hava Yolları uçağıyla İstanbul'dan Kazablanka'ya hareket ederken, efsanevi filmin sahneleri gözümde canlandı. Uçak inişe hazırlandığında heyecanım doruğa çıkarken, 'Acaba filmin sahnelerinin geçtiği mekanları görebilecek miyim diye?' düşünmeden edemedim. Ancak Kazablanka Havalimanı'na ayak basar basmaz filmin etkisinden hızlıca sıyrılıyorum. Havalimanını saran ağır kokuya alışmam birkaç saatimi aldı. Valizlerimizi alıp bizi otelimize götürecek otobüse bindiğimizde şehirle ilgili ilk algımız pek olumlu olmamıştı. Yakıcı güneşin altında tozlu yollardan otobüsümüz ilerlerken, çevrede gördüğümüz insanlardan Fas'ın çağdaş bir ülke olduğunu ilk izlenim olarak edindik. Diğer Afrika ve Arap ülkelerinin aksine çevrede geleneksel kıyafetleriyle dolaşan insan sayısı çok az. Fas'ın ticaret şehri Kazablanka'nın en iyi ve beş yıldızlı oteli Hyatt Regency'de kalıyoruz. Otelde güzelce dinlendikten sonra şehri gezmek için çıktığımızda, Kazablanka'nın ruhunu daha iyi algıyorum. Evet, Humphrey Bogard ve Ingrid Bergman'ın şehrindeydim. Binalar genel olarak Avrupa mimarisini andıran tarzda yapılmış, modern görünüşlüler. Caddeler geniş ve düzenli. Bu görüntü ağaçsız çırıl çıplak bir çöl kenti beklentimi boşa çıkarmıştı. Mümkün olduğunca yeşillendirilmiş bir şehir Kazablanka.
Eski ve yeni yan yana
Şehir, hemen tüm büyükşehirlere olduğu gibi eski ve yeni şehir olarak iki bölgeye ayrılıyor. Eski kent, tamire muhtaç yapılarıyla ıssızlığıyla terkedilmiş izlenimi uyandırıyor. Ama gizemli havası sizi geçmişe götürüyor. Tarihi çarşıları eski çizgilerini koruyor. Çanta, halı gibi hediyelik eşyanın her türünün satıldığı mağazalardaki pazarlık görüntüleri bildik türden. Türklerin de yakından bildiği pazarlık, Kazablanka'da alışverişin temel unsuru. Siz siz olun pazarlık yapmadan hediye satın almayın. Fas para birimi Drahmi yanında Euro ve Dolar'la da alışveriş yapabiliyorsunuz. Üç milyonluk Kazablanka, ülkenin ticaret, sanayi başkenti olarak oldukça zengin. Görkemli parkları ve yeşil alanları var. Yeni şehirdeki villalar ve modern apartmanlar, eskiyle yeni arasındaki değişimin canlı örnekleri. Eski kent Medina'yı ilgiyle izliyor, önceki kral Hassan'ın Akdeniz kıyısında yaptırdığı dev Hassan II Camii'nin görkemine hayran olarak geziyoruz. Cami, 210 metrelik minaresiyle dünyanın en uzun minareli camisi olma özelliğine sahip. Bu camii denizin kenarına kurulmuş olmasıyla dikkat çekiyor. Geniş avlusu ve gösterişli mimarisiyle geniş bir alana sahip cami etkileyici bir görünüşe sahip. Hassan II Cami, bir yanındaki mavi okyanusla ülkede görülmeye değer yerler arasında.
Cami denizin kenarındaki kayalıkların üzerine büyük bir alana inşa edilmiş, değişik el işlemeleri ve oymalarıyla süslenmiş. İçeri girilmesi yasak olduğundan dışarıdan birkaç kare fotoğraf çektikten sonra, caminin denize bakan duvarlarına oturarak bu görkemli yapıyı seyrettik.
Genel olarak Kazablanka sokaklarında Fransız etkisi dikkatleri çekiyor. Uzun yıllar Fransızların yönettiği şehirde, Fransızca ikinci dil. Her dükkanın tabelasında ya Fransızca ya da her iki dilde yazı görmek mümkün. Kazablanka sokaklarında dolaşan insanlar çoğunlukla modern giyimli. Beyaz ve uzun entari şeklindeki geleneksel kıyafetli Berberilerin sayısı çok fazla değil. Rehberimiz, beyaz entari giyenlerin Berberiler olduğunu anlatıyor. Fas halkı, Arap ve Berberilerden oluşuyor. İki ırkın karışımı da çoğunlukta. Son yıllarda Fas'ın diğer Afrika ülkeleri ile olan ilişkileri artmış; siyah Afrika nüfusu da Fas'a yerleşmeye başlamış.
Düzenli şehri Rabat
Güzel ve yorucu geçen bir günün ardından Fas'ın ticaret şehri Kazablanka'dan, başkenti Rabat'a hareket ediyoruz. Rabat, Kazablanka'ya 90 km uzaklıkta. Kıyı boyunca devam eden yolculuk sırasında çevreyi daha iyi görme şansı elde ediyoruz. Kazablanka'nın daha düzensiz ve tozlu olan ortamından Rabat'ın düzenine geçiyoruz. Rabat, her başkent gibi politik ve ağırbaşlı bir görünüm sergiliyor. Binalar daha yeni ve her yer daha düzenli. Fas'ın tüm şehirlerindeki büyük meydanlarına verilen Kral V.Muhammed adı Rabat'a ulaştığınızda ilk gezdiğimiz yer oluyor. Cadde'nin alt tarafında Souklar (Geleneksel Çarşı), yukarı tarafında ise minaresi uzaklardan dahi görülebilen Es-Sunna (Büyük Camii) yer alıyor ve buradan yürüme mesafesinde olan turistlerin akın ettiği çok geniş bir alana kurulmuş görkemli Kraliyet Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Adalet Sarayı ve Üniversite diğer gezilecek tarihi yapılardan. Bu Regreg Irmağı'nın denize döküldüğü yerde bulunan Rabat'ta, Udaya Kasba ve Sale kentine bakan bir tepeye inşa edilmiş olan Kral V. Muhammed Anıtmezarı, mutlaka görülmesi gereken Fas tarihinin en önemli yapılarından biri. Yapının içindeki harika motifler ve özellikle tavandaki ahşap oymalı kubbe dikkati çekiyor. Yapı tam olarak tamamlanamadığından Hasan kulesi olarak bilinen minaresi ve sıralanmış kısa sütunlar günümüze ulaşmış. Rabat'ın en güzel manzarasına sahip yerlerin başında ise, Fas'ın en büyük mimarı miraslarından, 12 yüzyılda inşa edilen Udaya Kasba'sının devasa surlarını içine alan Kale kalıntıları geliyor. Bugün beyaz ve mavi boyalı şirin evlerinden oluşan hoş bir mahalleyi andıran Kasba, zamanında Rabat'a adını veren Ribat'ın yerinde. Rabat'ta geçirdiğimiz güzel günü, Bu Regreg Irmağı'nın denize döküldüğü yerde bulunan tarihi bir kafede noktalıyoruz. Fas'ta yaygın içilen yeşil çay ve bizim tatlıları andıran tadlarla hem dinleniyor, hem de dönüşte arkadaşlarımıza anlatacağımız hatıraları düşünüyoruz. Geri dönüşü düşünmek bile istemiyoruz.

En az yedi çeşit kuskus
Kuzeybatı Afrika'da yer alan Fas'ın mutfağı gerek çeşni, gerekse çeşit açısından çok zengin. Taze ve kuru meyvelerin büyük bir özenle kullanıldığı Fas Mutfağı şekerle, tuzun karıştığı nadir lezzetlerden. Fas Mutfağı genelde ete, balığa ve sebzeye dayanıyor. Et olarak kuzu, koyun, tavuk ve güvercin eti tüketilir. Bol miktarda baharat ve değişik aromaların kullanıldığı yemekler kuzeyden, İspanya, Fransız ve hatta İtalya'dan, güneyden ve doğu ülkelerinden etkilenmiş. En büyük etkinin doğudan geldiğine şüphe yok. Hem Akdeniz, hem de Atlantik Okyanusu'na 2 bin km. kıyısı olan Fas'ta balık ve deniz ürünleri de çok değişik şekillerde hazırlanarak tüketiliyor. Tavada, ızgarada, fırında ve tencerede değişik tekniklerle pişirilen balık ve ve deniz ürünleriyle kuskus da yapılıyor. Bu balıklı kuskus, Kuzeybatı Afrika Ülkelerinde yalnızca Fas'ta yapılıyor. Fas'ta en az 6-7 değişik şekilde kuskus yapılıyor. Fas'la çok çeşitli ve bol sebze yetişiyor. Faslılar sebzeyi et, tavuk ve balık ile pişirdikleri gibi yalnızca soslu sebze olarak da tüketiyorlar. Tatlılar, Fas'ta genelde çeşitli kuru pastalardan oluşuyor. Kurabiye de denilebilecek bu tatlılar iki çeşit. Çay ile yenen içi badem ezmesi ile doldurulan 'Kaab elghzal' denen çeşitlerle, üzerine bal dökülerek daha tatlı olarak hazırlanan ve kahve ile yenen tatlılardan oluşuyor. Badem, tüm Mağrib Ülkelerinde olduğu gibi, Fas'ta da tatlıların en vazgeçilmez malzemesi. Fas Mutfağı'nın en ünlü yemeklerinden biri Pastilla. Bu baklava hamuru ile yapılan bir nevi tatlı ve tuzlu börek. Geleneksel olarak yalnızca bayramlarda ve özel günlerde hazırlanıyor. Bu özel tatlı börek, çekilmiş badem, kuru üzüm, tarçın, bal, maydanoz ve güvercin veya tavuk eti ile yapılıyor. Fas'ta en önemli yemek öğle yemeği. Faslılar günümüzde bile öğle yemeği yemek için evlerine dönüyorlar. Faslıların en ünlü yemekleri arasında, "Pastilin, Ayvalı Tavuk, Ayvalı ve Bamyalı Kuzu Tajin, Seksu Kuskus, Djej makalli, Kaab elghzal" bulunuyor.


Fas'ta alışveriş
Fas'ın hangi şehrinde olursanız olun, her yerde alışveriş kelimesi aynı anlama geliyor. Renkli, ışıl ışıl alışveriş dünyasında kendinizi geçmişte hissedebilirsiniz. Fas'ta alışveriş sokaklarda yaşanıyor. Sokak tezgahlarında, sokakların aralarına kurulan atölyelerde, küçük dükkanlarda. Fas'tan alabileceğiniz şeylerin başında, kıyafet ve kumaşlar geliyor. Uzun pelerinlerden mutlaka almalısınız. Fes porselenleri, çanak çömlek, takı, gümüş objeler, kilim dokuma halılar, eşarp gibi birçok ürün alışveriş listenizde yer alabilir. Fas'ın her şehrinde alışveriş için tarihi ve turistik çarşılar bulunuyor. Buralardan pazarlıkla uygun fiyatlara, el yapımı güzel hediyelikler satın alabilirsiniz. Her şehrin, alışveriş yapmak için büyük bir çarşısı var. Ülkede, geleneksel çarşılar dışında, modern şehir diye adlandırılan bölgelerde lüks mağazaları da bulmak mümkün.

Portekiz'in 7 tepeli şehri

Kaşifler ve denizciler ülkesi Portekiz’in başkenti Lizbon, yedi tepeli bir şehir. İnişli, çıkışlı yolları, daracık sokaklarıyla da İstanbul’u hatırlatıyor size. Atlantik Okyanusu kıyısında. Tarihi, anıtları, kocaman meydanları, Fado müziği, deniz mahsulü ağırlıklı mutfağı ve müthiş denizcilik geçmişiyle ziyaretçilerine çok şey vaat ediyor. En eski mahallesi Alfama’da, çini desenleriyle kaplı birbirinden güzel binaların arasında ve dar sokaklarda kendinizi geçmiş yıllarda yaşıyormuş gibi hissedebilirsiniz.

Sarı tramvay, dış duvarlarını birbirinden güzel çinilerin süslediği tarihi binaların arasından yavaşça ilerliyor. Tramvayın içindekiler gibi ben de bir gözüm etrafta, diğer gözüm tramvaya asılan çocuklarda takılı kalıyorum. Daracık sokaklarda ilerleyen tramvayın camından çevredeki tarihi dokuyu en ince ayrıntısına kadar kanıksamak istercesine pür dikkat kesiliyorum. Birbirinden güzel binalarda geçirilen yaşamları hayal ediyorum. Bir durak sonra inerek, bu tarihi dokunun keyfini yürüyerek çıkartmaya karar veriyorum.
Burası Portekiz’in başkenti Lizbon’un en eski mahallesi Alfama, Lizbon’un okyanus kıyısındaki tarihi kısmı. Yokuşlu, inişli, çıkışlı sokakları bana İstanbul’u hatırlatıyor. Mavi, yeşil, kırmızı dahil her renkte çinilerle dışları kaplanmış binalara hayran kalıyorum. Çininin merkezi olan ve bina içinde bu malzemeyi çok kullanan bir ülke olarak, binaların dışında neden kullanmayı akıl etmediğimizi düşünmeden edemiyorum. Birbirinden güzel binaların arasında kendimi geçmiş yüzyıllarda hissediyorum adeta. Bol yokuşlu sokaklarda yoruluncaya kadar dolaşıyorum. Apartman altlarındaki hediyelik eşya satıcıları ve antikacılarına bakmayı ihmal etmiyorum.
Güneybatı Avrupa’nın en ucundaki İber Yarımadası üzerinde yer alan Portekiz’in başşehri, Lizbon. Tejo nehrinin oluşturduğu haliç üzerine kurulu, Atlantik Okyanusu’nun kıyısında. Tagus Nehri’nin okyanusa döküldüğü yerde bulunuyor. Üç milyona yakın nüfusu bulunan şehrin en ilgi çeken özelliklerinden biri İstanbul gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş olması. Lizbon, dünya tarihine pek çok kaşif ve keşif kazandırmış Portekiz’in en önemli şehri.
Hüzünlendiren müzik Fado
Alfama sokaklarında dinlenmek için gözüme kestirdiğim şirin kafeye giriyorum. Ayak sızımı hafifleten nefis kahveyle enerjim yerine geliyor. Bu kez Rua Agusta caddesini, kenti en büyük meydanı olan Comercio’ya bağlayan güzergahı seçiyorum. Kemerli yüksek kapı Arco Triunfal’ın (Zafer Takı) altından geçiyorum. Kocaman meydanda yeteneklerini sergileyen amatör sanatçıları seyre dalıyorum. Bandomim yapan birinin hareketlerini o kadar beğeniyorum ki, para vermeyi de ihmal etmiyorum. İnsan selini takip ederek, bir sonraki durak olarak limana doğru yollanıyorum. Burada Praça do Comercio yani Ticaret Meydanı bulunuyor. Bu yapı, muhteşem mimarisiyle göz kamaştırıyor. Bir zamanlar gemilerle gelen ürünlerin pazarlandığı yapı, eski ihtişamından çok şey kaybetmemiş. Liman aslında deniz kenarında değil. Şehir, Tejo nehrinin göl haline gelmiş sahilinde kurulu. Denizden gelecek saldırılardan korkulduğu için sahil kenarında yapılaşma olmamış. Bir saatlik incelemeden sonra Rua Augusta’ya geri dönüyorum. Küçük taşlarla baş döndürecek şekilde özenle tek tek örülmüş kaldırımları inceliyorum. Bu kadar taşı tek tek yerleştiren ustalara içimden saygı duyuyorum. Benden ayrılarak alışverişe çıkan arkadaşımla da bu meydanda tekrar buluşuyoruz. Bir süre etrafı seyrettikten sonra kararan hava dolayısıyla yemek vaktinin de geldiğini anımsıyoruz. Fado müzik eşliğinde enfes okyanus ürünlerini tatma fırsatı bulacağımız restorana doğru hızlı adımlarla yollanıyoruz. Alfama Mahallesi, Fado müziğiyle ünlü. İnsanı hüzünlendiren müzik nağmelerini restoranlardan geçerken duyuyoruz. Fado, eskiden savaşlarda, denizde kocalarını, kardeşlerini kaybeden kadınların duygularını anlatan bir müzik. İnsanı ağlamaklı yapan bir tarzı var, bir o kadar da gururlu. Kocaları savaştan ya da denizden dönmeyen kadınların evlerini geçindirmek için dilenirken söylediği nağmelerden oluştuğunu öğreniyoruz. Fado zaten Latince kader anlamına geliyor. Acıklı ezgilere sahip Fado müziği, gidip gelmeyen sevgiliyi, deniz yolculuğuna çıkıp dönmeyen eşleri anlatır. Şirin ve küçük restoranda ısmarladığımız deniz mahsullerini iştahla yerken, şarkı söylerken gözlerini kapatan Fado sanatçısını keyifle dinliyoruz. Müzik her ne kadar hüzünlendirse de yiyecekler neşemizi yerine getiriyor. Porto şarabı, şehirde denenebilecek en güzel içkilerden. Gecenin geç saatlerine doğru ise iyi bir uyku çekmek ve bir sonraki gün için enerji toplamak üzere otelimize yollanıyoruz. Otelimiz Lizbon’un yeni şehir tarafında yer alıyor. Yeni şehir ise her yerde görülebilecek, plazalar, apartmanlar ve ofis binalarından oluşuyor.
Kaşifler için anıt
Lizbon’daki ikinci günümüzde hedefimiz Alfama’nın en tepesindeki San Jorge kalesi oluyor. Tramvaydan indikten sonra daracık sokaklardan güç bela yürüyerek tırmanıyoruz kaleye. Kalenin burçlarına kadar çıkıyoruz. Çevresinde korkuluk olmayan bazı yerlerine çıkarken aşağıya bakmamaya özen gösteriyorum. Yükseklik korkusu olanların zorlanabileceği en üst kısma çıkarak şehri bir de tepeden izliyoruz. Kaleden şehrin manzarası ayrı bir güzel görünüyor. Bu kez tramvayla şehrin bambaşka bir semtine, Belem'e gidiyoruz. 1515 yılında yapılan Belem Kulesi en önemli anıtlarından birisi. Portekiz denizciliğini temsil ediyor. 1775 yılındaki depremden sağlam kalmış nadir yapılardan birisi. Belem'in ikinci büyük anıtı ise Jeronimos Katedrali. Vasco da Gama’nın, Hindistan yolculuğuna çıkmadan önce bütün gece burada dua ettiği söyleniyor. Ferdinand Macellan, Bartolomeu Dias, Gonçalo Coelho Kaşifler Anıtı’nda yer alan ünlü denizciler arasında. Belem’de de Portekizli kaşiflere dair pek çok bilgiyi öğrenme şansı buluyoruz. Kısa Lizbon seyahatimizi olabilecek en güzel anılarla bitiriyoruz. Bir daha gelebilmek umuduyla geri dönüş yoluna geçiyoruz.

LİZBON
Uçuş süresi: Aktarmalı 7 saat
Para birimi: Euro
Saat farkı: İki saat geri
Resmi dil: Portekizce
Sıcaklık: Yaz ayları sıcak, kışın soğuk geçer
Nüfus: Yaklaşık 3 milyon
Vize: Türk vatandaşlarına vize uygulanıyor.

Görülmesi gerekenler
* Belem Kulesi: İstanbul'daki Kız Kulesi benzerinde bir yapı. Denizin içinde olan bu yapı, eskiden sefere çıkan denizcileri gözlemleyebilmek için inşa edilmişti.
* İsa Heykeli: Lizbon'da oldukça dikkat çekici yapılardan bir tanesi Brezilya'nın, Portekiz'e hediye ettiği İsa Heykeli'dir. Bu heykel yüksek bir binanın tepesinde bulunuyor. Lizbon'da oldukça meşhur olan asansörlerle bu yüksek binanın en tepesine çıkıyorsunuz. İsa heykelinin kollarının arasından bütün Lizbon'u seyre dalıyorsunuz.
* Asansör (Elevador): Lizbon'da asansörlerin çok değişik bir yeri var. Bu şehirde bulunan asansörler, binaların içinde değil dışında bulunuyor. Bu asansörler genellikle turistik amaçlı kullanılıyor. Şehri en güzel şekilde tepeden seyretmek isterseniz, asansörlere binebilirsiniz. Santa Justa sokağında bulunan 1911 yılında yapılmış olan asansör, Lizbon'da bulunan asansörlerin en meşhuru.
* Oceanarium: Lizbon'da bulunan bu akvaryum, Portekizlilerin denizcilik geçmişine ne kadar sahip çıktıklarının bir göstergesi gibi.
* Kraliyet Sarayı: Yıllar boyunca kralların yazlık mekanları olarak kullanılan bu sarayın dış mimarisi kadar, iç mimarisinde kullanılan çiniler oldukça dikkat çekici. Portekiz'de bulunan birçok yapıda kullanılan çini desenler Lizbon'a ayrı bir özellik katıyor.
* Jeronimos Manastırı: 1496'da Kral I. Manuel tarafından yaptırılan bu bina, Lizbon'un simgeleri arasında yer alıyor. Manastır'ın yapımında kullanılan çeşitli mücevherler bu yapıya oldukça zengin bir görüntü kazandırıyor.

Mutfağı deniz ürünü ağırlıklı
Portekizlilerin mutfağı deniz ürünlerinden oluşuyor. Balıkçılığın oldukça önemli olduğu ülkede başta Lizbon gibi liman şehirleri olmak üzere balığa oldukça önem veriliyor. Sabah kahvaltılarında bile deniz ürünleri ağırlıklı tüketiliyor. Yemeklerinde baharat ve değişik sosları kullanıyorlar. Bu soslar da, zeytinyağı başta olmak üzere tereyağı kullanılarak yapılıyor. Lizbon'da balığın her çeşidini bulmanız mümkün. Özellikle balık çeşitlerinden sardalya kızartmasını deneyebilirsiniz. Lizbon'da deniz ürünlerinin sunulduğu birçok restoran var. Balık dışında Portekiz mutfağında önerilen yemek, Lizbon usulü ciğer. Bizim ciğer sote yemeğine benziyor. Pasta, kek, poğaça gibi pastane ürünleri Lizbon’da oldukça ünlü. Henüz yeni çağa yenik düşmemiş pastanelere adım başı rastlayabilirsiniz.

Güneşin doğduğu ülke: Japonya

Uzakdoğu’nun güneş gibi ülkesi Japonya. Hiç bitmeyen hareketi, insanlarının çalışkanlığı ve çok değişik atmosferiyle sizi kendine çekiyor adeta. Kelime anlamı ‘güneşin doğduğu ülke.’ Üç önemli şehri Tokyo, Osaka ve Kyoto ziyaretçilere çok farklı deneyimler vaat ediyor. Tapınakları, teknolojisi, kimolu kadınları, samurayları, tarihi yapılarıyla ufkumuzu genişletiyor. Japon mutfağını sadece suşiyle özdeşleştirenleri ise envai çeşit lezzetleriyle Japon mutfağı bekliyor.

Yüksek çelik yapılı binalar, daracık caddeler, süslemeyi andıran Japon harflerinin parladığı kocaman tabelalar, hiç bitmeyen ve adeta karıncayı andıran insan kalabalığı içinde kendimi şaşkın ve daralmış hissediyorum. Merak içinde çevreyi seyre dalıyorum. Evet, Japonya’nın başkenti Tokyo’dayım. Şehrin düzeni ve temizliğini takdir ederken, volkanik adalar üzerinde kurulu olan ülkede alan darlığı nedeniyle sıkışık düzendeki binalar ve yollar ise bende farklı duygular uyandırıyor. Binlerce ada üzerine kurulu Uzakdoğu’nun yıldız ülkesinde Japon kültürünü birebir yaşamak için sabırsızlanıyorum. Adalar üzerinde gezdiğinizi anlayamadığınız şehir, mükemmel yollarla birbirine bağlanmış durumda. Çıktığım kısa gezinti sırasında kendimi dünyanın en pahalı caddeleri arasında yer alan Ginza Caddesi’nde buluyorum. Bu caddede metrekare fiyatının 100 bin dolar olduğunu duyduğumda dudağım uçukluyor adeta. Çevredeki hepsi birbirinden lüks mağazaların camlarına öylesine göz atıyorum, asıl isteğim bu caddeye yakın olan Kraliyet Sarayı’nı görmek. Zaten fiyatları gördüğümde Japonya’nın dünyanın en pahalı ülkelerinden olduğu gerçeğini yeniden hatırlayıveriyorum. Caddedeki kafelere, mağazalara hızlıca göz attıktan sonra 15 dakikada yürüdüğüm sarayın halka açık olan doğu bahçesinde bir süre yorgunluğumu atmak istercesine oturuyorum. Bir hayli geniş bahçede bir yandan ziyaretçileri süzerken, diğer yandan hayalimde geçmişi canlandırmaya çalışıyorum. Bu bahçede, kimbilir ne krallar, ne prensler, ne samuraylar dolaşmıştır? Bahçeyi gezdikten sonra da vaktimi daha iyi kullanmak isteğiyle koşar adım saraydan uzaklaşıyorum.
Neon ışık cenneti
Kelime anlamı ‘güneşin doğduğu ülke’ olan Japonya, güneyden kuzeye dört büyük ada ve yaklaşık 6 bin 800 küçük adadan oluşan bir Asya Pasifik ülkesi. Japonya’nın 47 vilayetinden biri olan ve dünyanın en kalabalık şehirleri arasında yer alan Tokyo’yu, Osaka ve Kyoto’yu da kapsayan bir iş seyahatinin ilk ayağı olarak ziyaret ediyorum. Tokyo, ülkenin finans, kültür ve ticaret merkezi. 12 milyon nüfusu bulunan şehir hareketliliğiyle beni adeta içine çekiveriyor. Çalışkanlıklarıyla bilinen Japonların küçük metrekarelerde yarattığı şehircilik harikasını ilgiyle inceliyorum. Ana caddelerin kalabalıklığı ve neon ışıklarının gerisinde önünde bonsai ağaçları ile ahşap evlerden oluşan mahalleler hala bir Tokyo gerçeği. 333 metre yüksekliğinde ve Paris’teki Eyfel Kulesi’nin kopyası olan Tokyo Kulesi’ni yakından görmeye gidiyorum. Çok fazla vaktim olmadığı için kuleye çıkmayı daha sonraya erteliyorum. Bir sonraki durağım ise elektronik mağazalar semti Akihabara oluyor. Onlarca elektronik mağazasının içinde kendimi kaybediyorum. Burası adeta elektronik ürün cenneti gibi.Teknolojinin başlıca üreticisi olan Japonya’da fiyatları ise pahalı buluyorum. Cihazların içeriklerinin Japonca olduğunu görünce de bana verilen siparişleri alıp almama konusunda kararsız kalıyorum. Onlarca katlı mağazalarda yeni teknolojilere uzun süre bakakalıyorum. Hava hafif hafif kararmaya başladığında ise Tokyo’nun sembolü olan neon ışıklar yanıveriyor. Rengarenk ışıklar bana yorgunluğumu yeniden hissettiriyor. Otele dönmek için taksi aranıyorum ve ilk gördüğüm taksiye yorgun adımlarla biniyorum. İşkoliklikleriyle tanınan Japonların da evlerine dönme telaşı ortalığı bir hayli kalabalıklaştırıyor. Takside etrafı seyrederken daracık mekanlarda yarattıkları Japon harikasını bir kere daha takdir ediyorum. Otele varmamla duş alıp çıkmam yarım saatimi alıyor.
Balık ağırlıklı mutfak
Japon yemeklerini deneme fırsatı bulacağımız restoranın girişinde ayakkabılarımızı çıkarmamız istendiğinde bir an duraksıyorum ama hemen restoranın geleneksel bir Japon restoranı olduğunu hatırlıyorum. Zaten Türk kültürüne benzer şekilde Japonlar da evlerinde ayakkabılarını çıkarıp yerde yemek yiyorlar. Gittiğimiz restoranda da yer masasına kuruluveriyoruz. Suşileriyle dünyada ün salan Japonların çoğu deniz ürünü ağırlıklı envai çeşit yemekleri olduğunu görüyorum. Japon mutfağı çiğ balıktan, kızarmış karidese kadar geleneksel yöntemlerle hazırlanan zengin çeşitlere sahip. Japon damak tadının en belirgin yemeğ ise kağıt inceliğinde kesilmiş dana etinden yapılan sebzeli ‘shabu-shabu’. Balık çorbamızın ardından gelen shabu-shabu’yu soya soslu tabağa banarak afiyetle yiyoruz. Bu sırada masada Japonya’yı iyi tanıyan konuğumuzdan ülkede hayvancılığın çok az olduğunu çünkü hayvancılık yapacak alan bulunmadığı için kırmızı etin çok pahalı olduğunu öğreniyoruz. Japon mutfağının diğer lezzetleri arasında Sukiyaki, Tempura, Sashimi, Tonkatsu bulunuyor. Japon yemekleriyle ilgili önyargılarımı silen ve mükemmel bir atmosferde geçen yemeğin ardından biraz da gece hayatını görmek için dolaşmaya karar veriyoruz. Tokyo’nun gece hayatının yaşandığı ışıklı semti Shinjuku’da biraz dolaşıp birkaç bira içtikten sonra ise otele geri dönüş zamanı geliyor. Ertesi gün şehri dolaşmak için daha fazla güç toplama isteğiyle uykuya dalıyorum.
Eski Japonya
Kahvaltının ardından şehirdeki gezintime bu kez yol arkadaşımla beraber bıraktığım yerden devam ediyorum. Tokyo’ya ilk gelişimde filmlerde gördüğüm tapınak vari eski Japon yapıları ve kimonolu kadınları görememenin hayal kırıklığını yok etmek için tavsiye üzerine Tokyo’nun nispeten eski halinde kalmış bir bölgesine gidiyoruz. Asakusa’da iş hareketliliğinin yerini şehrin en önemli Budist tapınaklarından Senso-Ji’nin yarattığı canlılık almış. 17’inci yüzyılda kurulan tapınak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise yenilenmiş. Heybetli ve her metrekaresi işlenmiş mimarisiyle tapınağın büyüsüne kapılıp düşüncelere dalıyorum. Tapınağın verdiği ruh dinginliğiyle şehrin en büyük parkı UENO’ya istikameti çeviriyoruz. Japonların bahçecilik ve parklar konusundaki ünlerini hak ettiğine bir kez daha tanık oluyorum. Bu gezintinin ardından da öğleden sonra başlayacak toplantıya yetişmek için koşar adım otele varıyoruz. Toplantının ardından ise Japonya’nın diğer şehri Osaka’ya gitmek için hazırlık yapıyoruz. Tokyo’nun hafızamda bıraktığı güzel anılar paylaşılacak sahiplerine ulaşana kadar her daim canlılığını koruyacak.

Osaka Kalesi’nden kuşbakışı manzara
Shinkansen denilen, hızıyla ve dakikliğiyle ünlü trene ertesi sabaha yetişiyoruz. Birkaç saatlik yolcuğun ardından Japonya’nın diğer önemli şehri Osaka’dayız. Otele yerleştikten sonra buradaki kalış süremiz olan bir günü en iyi şekilde değerlendirmek için hızlı hareket ediyoruz. Görülecek yerler arasında önceliği Osaka Kalesi’ne veriyoruz. 1586 yılında Toyotomi Hideyoshi tarafından yaptırılan kalenin inşaatında yüz bin işçi çalışmış. Kayalık bir tepenin üzerindeki kalenin en üst katından tüm Osaka kuşbakışı görülebiliyor. Kentin giriş kapısı da dünyada dillere destan. Kansai uluslararası Havaalanı, Osaka Körfezi’ndeki yapay dolgu bir ada üzerinde yapılan inşaatı ile dillere destan. Uçtan uca 1.6 km uzunluğundaki terminal binası, dünyanın en uzun binası unvanına sahip. Havaalanının bir adım ötesi ise Nara, Kobe ve Kyoto’ya götürüyor sizi. Geleneksel sahne sanatı ‘Kabuki’ kukla tiyatrosu ‘Bunraku’yu izlemek mümkün. Bunraku, Osaka’da doğmuş. Atmosferi ve güzellikleriyle beni büyüleyen şehrin 2.5 milyon nüfusu bulunuyor.


Kyoto tapınaklarıyla ünlü

Japon demiryollarında geçerli olan Japon rail kartımızı kullanarak bu kez rotamızı Kyoto’ya çeviriyoruz. Japonya’nın turistik ve çevreci şehrine.2 milyon nüfusu bulunan Kyoto, güzelliğiyle ve doğasıyla gelenleri ilk bakışta etkileyen bir cazibeye sahip. Tokyo’dan önce, Japonya’nın başkenti olmuş. Alabildiğine yeşillik olan şehirde gezdiğimiz tapınakları adeta beyinlerimize nakşediyoruz. Japonya’nın simgeleri haline gelen tapınaklar mimarileriyle dikkat çekiyor. Bu tapınakları görmek için Japonya’ya gelen turist kalabalığı içinde kayboluyoruz. Aniden bastıran yağmur bizi kendimize getiriyor. Otel görevlilerinin uyarıları sonucu yanımıza aldığımız şemsiyelerle tapınakları gezerken yağmurdan korunuyoruz. Üç tarafı dağlık olan Kyoto, yeşilliğiyle tanınıyor. Küresel ısınmanın da ilk toplantısı ve bu konudaki ilk uluslararası anlaşma bu şehirde yapılmış. Bizi mutlu bir yorgunluğa sevkeden gezimizi, hediyelik eşya dükkanında sonlandırıyoruz. Kimonolu kadın heykeli, şapkalar, Samuray kılıcı, ülkeye ve şehre ait başka envai çeşit hediyelik eşya arasında istediklerimizi beğenip alıyoruz. Otobüsümüze dönerken, Tokyo ve onun ardından 12 saat sürecek geri dönüş yolculuğu için enerji depolamaya çalışıyoruz.

JAPONYA
Nüfusu: 123 milyon
Para birimi: Yen
İklimi: Nemli subtropikal iklim. Yazlar çok sıcak, nemli ve yağışlı. Kışlar ise soğuk.
Başlıca önemli şehirleri: Tokyo, Osaka, Kyoto, Kobe, Nara
Ekonomi: Bankacılık, finans, basın yayın, ulaştırma, bilişim, telekom.
Vize: Türkiye’den gittiğinizde önceden vize almanıza gerek yok.
Doğal Yapı: Yüzde 75 dağlık. 150 tane yanardağ olan ülkede en yüksek noktası Fuji’dir.